Dominick T. Armentano - 21.02.2019
Amerika Birleşik Devletleri’nde 100 yılı aşkın bir süredir federal ve eyaletler düzeyinde antitröst mevzuatı bulunmaktadır. (Sherman Antitröst Yasası [1890] ve Federal Ticaret Komisyonu Yasası [1914] en başat federal yasalardır). Yasalar “ticareti kısıtlayan her türlü sözleşme, şirket birleşmesi... ya da komployu” ve şirketlerin birleşmesi ya da devralınması yoluyla “tekelleşme” girişimlerini yasadışı kılmakta; ayrıca “haksız... ve yanıltıcı uygulamaları” da yasaklamaktadır. Bu geniş regülasyon yetkisi göz önüne alındığında, antitröst yasasının bu ülkenin tartışmasız en eski geçici “sanayi politikası” olduğu söylenebilir. Ancak bu regülasyonların herhangi birinin iktisadî açıdan mantıklı olup olmadığı tamamen tartışmalıdır.
Yakın zamanda yaşanan iki yasal gelişme, antitröst politikasının süregelen belirsizliğini göstermektedir. Bunlardan ilki, Amerika Birleşik Devletleri Yüce Mahkemesi’nin, satış fiyatını imalatçının koyduğu bir fiyat politikası veya yeniden satış fiyatı belirleme olarak bilinen asgari fiyat sabitleme ve uygulatma yetkisini tanıması yönündeki kararıdır (Leegin Creative Leather Products’a Karşı PSKS, Inc. Davası, 2007). Bu karar onlarca yıldır süregelen teamülü bozmuş ve genel itibariyle daha rasyonel bir antitröst politikasına doğru atılan bir adım olarak takdir görmüştür.
İkinci gelişme ise Federal Ticaret Komisyonu’nun (FTC; Federal Trade Commission) Whole Foods, Inc. şirketinin Wild Oats şirketini satın almasını engelleme girişimidir. Ancak yukarıdaki Yüce Mahkeme kararının aksine, FTC’nin eylemi, katıksız bir regülasyon saçmalığı olarak geniş çapta alay konusu olmuştur. Nitekim bir bölge mahkemesi yargıcı da kısa bir süre önce bu şirket birleşmesine karşı alınan ihtiyati tedbir kararını reddetmişti.
Aslında her iki kamuoyu tepkisi de daha geniş bir perspektifi gözden kaçırıyor. Amerika Birleşik Devletleri Yüce Mahkemesi satış fiyatının imalatçı tarafından belirlenip korunmasını gerçekten yasallaştırmamış; sadece bu uygulamanın artık kendiliğinden yasadışı olmadığına, bunun yerine “makul/haklı sebep kuralına” göre değerlendirilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Bu tür anlaşmalar yapan firmalar hâlâ antitröst denetimine tâbidir ve ticareti kısıtlamaya yönelik makul olmayan girişimler tröst avcılarını, yani tekellerle mücadele eden federal görevlileri harekete geçirecektir. Kısacası, antitröst, yeniden satış fiyatının belirlenmesine yönelik dikey anlaşmaları regüle etmeye devam etmektedir.
Elbette FTC’nin Whole Foods’u kovuşturması kesinlikle saçma ama yeni ve hatta alışılmadık bir saçmalık değil. FTC’nin mantıksız tekel gücü teorilerine ve “ilgili pazara” dair tamamen irrasyonel tanımlamalarına dayanan aptalca davalar (Ready to Eat Cereals, 1981; Staples, 1997) açma konusunda geçmişten gelen bir tecrübesi var.
Gerçekten de, FTC’nin genel icra geçmişi (özellikle fiyat farklılaştırması davalarında) inanılmayacak derecede tüketici karşıtıdır. Yine de, iç karartıcı icra deneyimine rağmen, antitröst kurumu genel olarak antitröst yasalarının titiz ve güçlü bir şekilde uygulanmasını desteklemektedir.
Anlaşılan antitröstte işler ne kadar değişirse o kadar aynı kalıyor.
Tekel Teorisi
Herhangi bir antitröst regülasyonuna sahip olmanın iktisadî mantığı oldukça basittir. Bu bağlamda iktisatçılar, ticarî firmaların rekabeti ortadan kaldırmayı ve “ticareti kısıtlayarak tekelleşmeyi” kârlı bulabileceklerini ve böylece ekonomik kaynakları yanlış tahsis edebileceklerini işaret eden teoriler geliştirmişlerdir. Basit bir ifadeyle, antitröst, firmaların piyasaya sundukları çıktıları kısıtlamalarını ve tüketicilere yönelik fiyatları yükseltmelerini ya da teknolojik dönüşümün hızını yavaşlatmalarını önlemek için vardır. Bu, antitröst için sözde “kamu yararı” gerekçesidir.
Peki bu teoriler doğru mu? Gerçekten bir serbest piyasa tekeli sorunu var mı? “Serbest piyasa tekeli” ile neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturursak, bu kesinlikle serbest piyasadaki firmaların bazı hammadde, ürün veya hizmetleri tekelleştirmeye (tüm arzı kontrol etmeye) teşebbüs etme özgürlüğüne sahip oldukları anlamına gelecektir. Ancak piyasa üretimini makul bir süre için kısıtlayıp kısıtlayamayacakları tartışmalıdır.
İlk olarak, bu tür girişimler (şirketlerin birleşmesi, mevcut hammadde kaynaklarının tümünün satın alınması) çok pahalı, hatta kârsız olabilir ve bu nedenle de olası değildir.
İkinci olarak, ekonomideki mevcut herhangi bir firma (ya da sermayeye erişimi olan herhangi bir yeni firma) tekelci olmaya çalışan herhangi bir firmayla rekabet etmekte tamamen özgür olacaktır; yani yenilik yapmakta özgür, ürününü geliştirmekte özgür, kendi üretimini arttırmakta özgür ve tüketiciler de bu rekabetten faydalanmakta özgür olacaktır.
Dolayısıyla, tekelleşmeye ve piyasa çıktısını kısıtlamaya çalışan herhangi bir firma, tüketicilere hitap etmeyi ve rekabet etmeyi kârlı bulan diğer ticarî kuruluşlara satış ve kârlılık oranlarını kaptırabilir. “Ticareti kısıtlama” girişiminde bulunan herhangi bir sözde serbest piyasa tekeli tedarikçisi, rakipler ve potansiyel rakipler için kârlı fırsatlar yaratacaktır ve bu kârlı fırsatlar, piyasalar yeni tedarikçilere yasal olarak açık olduğu ve tüketiciler alternatif tedarikçileri tercih edip desteklemekte yasal olarak özgür olduğu sürece var olacaktır. Bu nedenle, tekelleşme girişiminin ticareti gerçekten kısıtlayabileceği veya ekonomik kaynakları yanlış tahsis edebileceği kesin değildir.
Yukarıdaki yaklaşımı takiben, serbest piyasada tekel olan bir tedarikçi teorik olarak imkânsız da değildir. Örneğin, bir firma tüm rakiplerinden ve potansiyel rakiplerinden önemli ölçüde daha verimli olsaydı, yani bazı ürün veya hizmetleri en düşük maliyetle üretebilseydi ve tüketicilere en düşük fiyattan sunabilseydi, belirli bir piyasada (belki de geçici olarak) tek tedarikçi olabilirdi. Firmanın “verimliliği” bir tür “giriş engeli” oluşturabilir, ancak “piyasa dışında kalan” rakipler nispeten verimsiz tedarikçiler olacağından, bu engel elbette tamamen zararsız olacaktır. Alternatif olarak, tüketiciler belirli bir ürün veya hizmet için tüm tercihlerini her zaman tek bir firma üzerinde “tekelleştirebilir” ve bu da o firmayı anlık bir tekel tedarikçisi konumuna getirebilir.
Ancak bunların herhangi birinde iktisadî açıdan neyin sorunlu olduğunu anlamak zordur. Bu durumun serbest piyasa eleştirmenlerinin öngördüğü şeytanî tekel sorunu olmadığı açıktır, çünkü düşük maliyetler, genişletilmiş üretim, daha düşük fiyatlar ve serbest tüketici seçimi özgür bir piyasa sürecinin faydalı özellikleridir; bunlar tüketici refahının herhangi bir makul tanımı çerçevesinde zararlı değil, bilakis açıkça durumu iyileştirici ve yararlıdır. Dolayısıyla, serbest piyasa “tekel” tedarikçisi teorik olarak mümkündür ancak mutlaka zararlı değildir ve herhangi bir antitröst regülasyonunu mantıklı ve meşru kılmaz.
Karteller (Ticarî Birlikler) ile Piyasa Bozucu ve Yağmacı Pratikler
Serbest piyasa kartelleri teorik olarak mümkündür ancak doğaları gereği istikrarsız olacaklardır. Karteller, tek firmalı bir tedarikçiden farklı olarak, herhangi bir piyasa çıktısı kısıtlamasına ulaşmak için firmalar arası işbirliği ve koordinasyon gerektirecektir. Ancak her bir kartel üyesi için piyasa çıktısı nasıl azaltılacaktır? Azaltmalar nasıl izlenecektir? Firmalar hile yapmaya kalkışmayacak mı ve hile daha büyük çıktılara ve daha düşük fiyatlara yol açmayacak mı? Gerçekten de, kartelin uyguladığı yüksek fiyatlar kartel dışından yeni arzı teşvik etmeyecek mi ve bu da fiyatların düşmesine yol açmayacak mı? Aslına bakılırsa, serbest piyasa kartellerinin (devlet desteği olmaksızın) kısa ömürlü ve başarısız olduğu, özellikle de mahkemelerin kartel fiyat koordinasyon anlaşmalarını uygulamayı reddettiği durumlarda kanıtlanmıştır.
Piyasa düzenini tahrip eden yağmacı uygulamalar da bir başka tekel safsatası ve kuruntusudur. Piyasada dominant konumda olan bir firmanın ciddi fiyat indirimleri yoluyla tüm rakiplerini ortadan kaldırmaya çalışması genellikle rasyonel değildir, zira bu uygulama doğası gereği pahalı ve belirsizdir, özellikle de piyasa yeni arzlara kolaylıkla açıksa. Dominant bir firma geçici olarak başarılı olsa ve bazı rakiplerini ortadan kaldırsa bile, fiyatlar kârlı seviyelere yükseltilirse ve de yükseldiğinde rakipler muhtemelen geri dönecektir. O hâlde dominant firmalar yağmadan nasıl kâr edecek ve tüketiciler fiyat düşüşlerinden nasıl zarar görecektir?
Hangi nedenle ve ne kadar süreyle olursa olsun düşük fiyatlar kesinlikle tüketici lehinedir ve asla şikâyet edilecek bir durum değildir. Yağmacılığı eleştirenler, piyasada dominant durumdaki firmaların fiyatları sabitlemesini ve hiç düşürmemesini mi, yoksa rakiplerin düşük maliyetlerine ya da düşük fiyatlarına karşılık vermemesini mi tercih eder?
Tüketiciler elbette her zaman dominant firmanın düşük fiyatlarını tercih edip etmeyeceklerine karar verebilirler. Eğer daha düşük fiyatları tercih ederlerse, dominant firmadan daha fazla alışveriş yaparlar; tercih etmezlerse, dominant firmanın daha yüksek fiyat uygulayan rakiplerini desteklemeye devam ederler. Her iki durumda da, dominant firmalar tarafından başlatılan (ya da dominant firmalar tarafından eşleştirilen ya da alttan alınan) düşük fiyatlar konusunda şikâyet edilecek veya pişmanlık duyulacak hiçbir şey yoktur. Ve yine gördüğümüz üzere, hiçbir antitröst regülasyonu gerekli veya meşru değildir.
Devlet ve Tekel
Ancak mutlak serbest piyasa varsayımını bir kenara bırakırsak, gerçek bir tekel sorununu tasavvur etmek kolaydır. Devlet bir şehir pazarında sadece bir tedarikçiye (örneğin bir taksi şirketine) lisans verebilir ve diğer tüm tedarikçilerin girişini kısıtlayabilir; bu durumda piyasada kanunen bir tekel tesis edilmiş olur. Ya da devlet telekomünikasyon, elektrik üretimi, telefon hizmeti, birinci sınıf posta dağıtımı ve diğer pek çok alanda yasal bir tekel oluşturabilir; aslında ABD’de devlet tarihsel olarak tam da bunu yapmıştır. Ve ilginç bir şekilde, bu tekeller her zaman antitröst yasasından yasal olarak muaf olmuştur!
Açıkçası bu bir tekel sorunudur çünkü tüketiciler, tercihleri ne olursa olsun, yasal olarak sadece tek bir tedarikçiye mecbur bırakılmışlardır. Buna ek olarak, daha düşük maliyetli ya da yeni ürünlere sahip girişimcilerin bu avantajları gönüllü alıcılara sunmaları da yasal olarak yasaklanmış olacaktır.
Rekabet kanunen yasaklandığından, tekel tedarikçisinin yenilik yapmak, üretimi artırmak ve fiyatları düşürmek için (eğer varsa) çok az teşviki olacaktır.
Ancak bu tekel sorunu asla “serbest piyasalar” ile ilişkilendirilmemelidir, zira bunun asıl kaynağı devletin yeni arzı yasaklama gücüdür. Piyasaya giriş ve rekabet önündeki tüm yasal engellerin kaldırılması (doğru tabirle deregülasyon veya regülasyondan arındırma), antitröst müdahalesi olmaksızın bu tekel sorununa son verecektir.
Antitröste Dair Bazı Emsal Vakalar
Eğer serbest piyasalardaki firmalar ticareti kısıtlayarak gerçekten tekelleşebiliyorlarsa, ampirik kanıtların son 100 yılda açılan antitröst konulu birçok emsal davada bulunması gerekir. Ancak bu emsal davaların en ünlülerinden bazılarının incelenmesi, suçlanan ve (çoğunlukla) cezaya çarptırılan firmaların genellikle piyasa üretimini artırdıklarını, piyasa fiyatlarını düşürdüklerini ve inovasyona ön ayak olduklarını ortaya koymaktadır.
New Jersey’li Standard Oil Şirketi (1911)
Tarihteki en ünlü (ve yanlış anlaşılmış) antitröst davalarından biri New Jersey’li Standard Oil’e Karşı ABD (1911) Davası’dır.
Bu davanın popüler açıklaması, Standard Oil’in petrol endüstrisini tekeline aldığı, yıkıcı fiyat kırma yöntemlerini kullanarak rakiplerini yok ettiği, tüketicilere yönelik fiyatları yükselttiği ve bu kanıtlanmış ihlalleri nedeniyle ABD Yüce Mahkemesi tarafından cezalandırıldığı şeklindedir. Güzel hikaye ama tamamen yanlış.
Birincisi, Standard Oil bırakın petrol endüstrisinin tamamını (üretim, nakliye, rafinaj, dağıtım) tekelleştirmeyi, petrol rafinajını bile hiçbir zaman tekelleştirmedi ki bu imkânsız olurdu. Yurtiçi rafinajda bile Standard Oil’in pazardaki payı antitröst davasından önceki on yıllar boyunca düşmüştü (1907’de %64’tü) ve 1911’de petrol rafinajında en az 137 rakip (Shell, Gulf, Texaco gibi firmalar) vardı.
İkincisi, mahkemede hükümet tarafından piyasayı bozucu ve yağmacı uygulamalar iddia edilmiş olsa da Standard Oil tüm iddiaları çürütmüştür. Ne ilk derece mahkemesi ne de Yüce Mahkeme, birbiriyle çakışan yağmacı uygulama suçlamalarına ilişkin herhangi bir suç tespitinde bulunabilmiştir.
Üçüncüsü, Standard Oil’in iddia edilen “tekelleşme” döneminde on yıllar boyunca petrol piyasası çıktıları artmış ve fiyatlar düşmüştür. Örneğin, endüstrinin başlıca ürünü olan gazyağı fiyatları 1869 yılında galonu 30 sent iken, antitröst davasının görüldüğü tarihte galonu yaklaşık 6 sente düşmüştür.
Son olarak, Yüce Mahkeme Standard Oil holding şirketini tüketicilere verdiği kanıtlanabilir herhangi bir zarar nedeniyle değil (ki hiçbir zarar yoktu), Standard Oil’in birçok şirket birleşmesi yoluyla tekelleşmeye yönelik belirsiz bir “niyetini” sezdiği için dağıttı; bu “niyet” hiçbir zaman tekel oluşturmayı başaramamıştı. Yine de ekonomi ve hukuk yorumcuları, Standard Oil antitröst davasına ilişkin “herkesin bildiği gerçekler” nedeniyle tekel ve antitröst politikasının sözde efektifliği konusunda nesiller boyu yanlış yönlendirildi.
American Tobacco (1911)
American Tobacco Şirketi’ne karşı açılan antitröst davası (American Tobacco’ya Karşı ABD Davası, 1911) birçok açıdan Standard Oil’e benzemektedir. American Tobacco, daha küçük uzman firmalarla birleşme yoluyla ürün gamı çeşitlendirilmiş büyük bir tütün şirketi oluşturmuştur. Ancak hiçbir zaman devletin iddia ettiği gibi tütün endüstrisini tekelleştirememiş ve tütün ürünlerinin fiyatlarını yükseltememişlerdir. Antitröst davasından önceki on yıllar boyunca üretim artmış ve fiyatlar düşmüştür. Sayıları binleri bulan sigara, tütün, enfiye ve puro şirketleri Amerikan şirketlerine karşı rekabet ederken, sektöre giriş kolaylığı ve hammadde (açık artırmayla elde edilen yaprak tütün) bulunabilirliği rekabeti kaçınılmaz kılıyordu. American Tobacco holding şirketi, Yüce Mahkeme tarafından tekelleşmeye yönelik (yine birleşmeler yoluyla kanıtlandığı üzere) bazı belirsiz niyetler gerekçesiyle bölündü, ancak bu karardan önce, Standard Oil örneğinde olduğu gibi, tütün ürünleri tüketicilerine yönelik kanıtlanabilir (ekonomik) bir zararın varlığı kesinlikle mevcut değildi.
Alcoa (1945)
Aluminum Company of America’ya Karşı ABD Davası (1945), kayıtlara geçmiş en korkunç anti-tüketici antitröst davalarından biridir. Günümüzdeki tröst avcıları da hâlâ Alcoa için özür dilemeye devam etmektedir. Bunun da haklı sebepleri var. Devlet, Alcoa’yı 13 yıl boyunca (1937 ile 1950 yılları arasında) mahkemelerde süründürdü. Ancak 1939’da sona eren uzun ve zahmetli bir duruşmanın ardından Yargıç Francis Gordon Caffey, davalı Alcoa’ya yönelik, su gücü sahalarını (elektrik üretmek için) tekelleştirdiği ve alüminyum külçenin yapıldığı hammadde boksitte tekelleştiği iddiaları da dâhil olmak üzere neredeyse 150 ayrı kamu suçlamasını reddetti. Yargıç Caffey ayrıca Alcoa’nın hızla inovasyon yaptığına, alüminyum rafine kapasitesini ve üretimini sürekli artırdığına ve 50 yıl boyunca alüminyum külçe fiyatlarını düşürürken yatırımından çok mütevazı bir getiri elde ettiğine hükmetmiştir.
Ancak 1945 yılında bir temyiz mahkemesi (ABD Yüce Mahkemesi yerine hareket ederek), üretimi artırmanın ve fiyatları düşürmenin rakipleri rekabet etme fırsatından yasadışı bir şekilde mahrum bıraktığına ve dolayısıyla antitröst yasasını ihlal ettiğine karar verdi. (Bunun anlamı şudur: Alcoa müşterilerine hizmet verirken daha az verimli olsaydı daha fazla “rekabet” -rakibi olarak okuyun- ve daha az piyasadan eleme olurdu ve böylece antitröst ihlali olmazdı). Alcoa temyiz kararı, antitröstün cehennemlik olduğunu doğruladı: Ekonomik verimlilik artık yasadışı bir şekilde piyasadan dışlayıcılık ve nihayetinde bir yasa ihlali olarak sayılıyordu.
American Can (1949) ve United Shoe (1954)
Bu eğilim American Can’a Karşı ABD (1949) ve United Shoe Machinery Corporation’a Karşı ABD (1953) davalarında teyit edilmiştir. American Can davasında, ilk derece mahkeme yargıcı, müşterilerini uzun vadeli kontratlar imzalamaya “zorlaması” sayesinde American Can’in piyasadaki dominant konumunu koruduğu hükmüne varmıştı. American Can, serbest piyasada bunu nasıl yapmıştır? Elbette, müşterilerine büyük teneke kutu siparişleri için cömert fiyat indirimleri gibi cömert ve cazip koşullar sunarak. Bu nedenle, davadaki nihai kararının bir parçası olarak, yargıç, American Can’in ürünlerinin fiyatlarını yükseltmesi yönünde karar bildirdi, böylece daha az verimli teneke kutu üreticileri ve teneke kutu kapatma makineleri üreticileri ile daha fazla rekabet edebilecekti. Sonuçta bu yapmacık “rekabet” artışının bedelini teneke kutu tüketicileri ödedi.
United Shoe davasına bakacak olursak; United Shoe şirketi ayakkabı makineleri üretmiş ve çok sayıdaki makinesini yüzlerce yerli ve yabancı ayakkabı üreticisine kiralamıştır. Pazar payı her zaman yüksekti (%85) çünkü (mahkemenin de tespit ettiği gibi) makineleri rakiplerinkinden teknolojik olarak üstündü, kiralama bedelleri makuldü ve makineleri müşteriden ekstra ücret almadan derhâl tamir ediyordu. Bu üstün ekonomik performansın bir sonucu olarak, müşteriler son derece sadıktı ve eskilerinin süresi dolduğunda kira kontratlarını yenileme eğilimindeydiler; daha az verimli rakipler bu ayakkabı şirketlerini ikna etmekte büyük güçlük çekiyordu çünkü ayakkabı şirketleri genellikle United Shoe’nun şartlarından memnundu. Duruşmada birçok ayakkabı imalatçısı, davalı United Shoe lehine tanıklık yaptı.
Ancak yargıç, on yıllar boyunca ortaya konan üstün ekonomik performansın doğasında var olan yasadışılığı fark etti: Bu süreçte küçük rakipler rekabet etmekten “dışlanmıştı” ve bu durum antitröst yasalarını ihlal ediyordu. Bunun üzerine mahkeme, United Shoe’yu benzersiz ekonomik avantajlarını yok edecek ve onu rakipleriyle aynı (daha az verimli) sınıfa geri koyacak kısıtlamalara mahkûm etti. Ancak yasal yaptırımlar United Shoe’nun verimliliğini gerçekten engelleyemeyince, Adalet Bakanlığı ilk derece mahkemesinin kararını ABD Yüce Mahkemesi’ne temyize götürdü (1968) ve bu da şirketi tasfiye etti (ve sonunda batırdı).
Tüm bu davalarda uygulamaya konulan yanlış teori, serbest tüketici seçiminin ve işletme verimliliğinin bir şekilde ticareti kısıtladığı ve antitröst yasasını ihlal ettiği düşüncesidir ki bu da gerçeğin tamamen zıddıdır. Alcoa ve United Shoe gibi verimli firmalar yeni ürünler ve üretim teknikleri geliştirmiş ve fiyatları düşürmüşlerdir; piyasadaki dominant konumlarını korumak ve hatta genişletmek için her zaman daha fazla iş yapmışlardır (tabii daha az verimli rakipleri de daha az iş yapmıştır). Ancak kıt kaynakların tüketicinin faydasını en üst düzeye çıkarma eğiliminde olabilmesi için serbest piyasaların tam da bu şekilde işlemesi gerekir. Yine de iş dünyası tarihi boyunca, antitröst regülasyonu (hem devlet hem de ticarî rakipler tarafından) yenilik yapan, maliyetleri ve fiyatları düşüren hırslı ve azimli rekabetçi firmaları ezmek için yasal bir silah olarak kullanılmıştır.
Microsoft (2001)
Sözde regülasyon reformlarına rağmen, antitröst uygulamalarındaki bu zararlı eğilim devam etmiştir. Bunun en iyi ve en son örneği, elbette, Microsoft’a Karşı ABD (2001) Davası’dır. Adalet Bakanlığı ve 19 eyalet başsavcısı tarafından 1998 yılında açılan antitröst davasının özü, Microsoft’un Web tarayıcısı Explorer’ı Windows 98 işletim sistemine entegre etme kararının, rakip firma Netscape’in Navigator’ı gibi rakip tarayıcıları yasadışı olarak dışlaması ve Sherman Yasası’nı çiğneyerek “tekelleşme” niyetini kanıtlamasıydı.
Microsoft’un işletim sistemlerinde bir “tekel” olduğu ve tekel gücünü rakiplerini haksız bir şekilde piyasadan silmek için kullandığı iddia edildiğinden, duruşmanın yargıcı Thomas Penfield Jackson, devletin argümanının büyük kısmına katılarak, şirketi yasadışı tekelleşmeden suçlu bularak firmanın regüle edilmesine ve bölünmesine karar verdi. Ancak temyizde, bu kararın önemli kısımları, özellikle de bölünme emri bozuldu ve alt mahkeme yargıcı kınandı.
Devletin suçlamaları her zaman temelsizdi. Davacılar ilk olarak Microsoft’un işletim sistemlerinde tekel olduğunu (yaklaşık %90 pazar payı) ve bu piyasa gücünü tarayıcı piyasasında kullanarak Netscape’i ezdiğini iddia ettiler. Ancak devletin pazar payı verileri büyük ölçüde yanlıştı. Sözde tekel pazar payına ulaşmak için mahkeme, Microsoft’un Apple, Sun, Novell ve bir dizi diğer şirket gibi büyük rakipleri tarafından üretilen tüm bilgisayarları ve ağ yazılımlarını işine yarayacak şekilde hariç tutan bir ilgili pazar tanımını (yani sadece “Intel uyumlu çip kullanan bireysel kullanıcı masaüstü bilgisayarları”nın tanıtımını) delil olarak kabul etti. Buna ek olarak, sadece lisanslı sistemlerin sayılması, Yargıç Jackson’ın perakende olarak satılan tüm işletim sistemlerini, Web’den indirilenleri ve herhangi bir işletim sistemi yüklü olmadan gönderilen tüm “yalın” bilgisayarları keyfî bir şekilde hariç tutmasına olanak tanıdı. Bu olgusal hatalar gerçek rekabetçi pazarı ciddi ölçüde daraltmış ve Microsoft’u devletin antitröst ihlal isnadı için ihtiyaç duyduğu “tekelci” durumuna düşürmüştür. Eğer pazar payı antitröst analizinde bir anlam ifade ediyorsa (ki son derece şüphelidir), Microsoft’un gerçekçi bir ilgili pazardaki asıl pazar payının %70’ten az olduğu ve herhangi bir tekel tanımlaması için yeterli olmadığı görülmektedir.
Ancak eğer Microsoft’un gerçek bir tekeli yoksa, o zaman Netscape ile tarayıcı pazarı üzerindeki mücadelesi tamamen farklı bir perspektif kazanır. Microsoft, tarayıcısını işletim sistemi yazılımına ilk entegre ettiğinde, tarayıcı satışlarının büyük kısmını elinde tutan Netscape idi. Tarayıcılarda “dominant” pazar pozisyonuna sahip olan Netscape’ti ve kişisel bilgisayar tüketicileri için yeni bir ürün sunup alışveriş koşullarını iyileştirerek daha iyi rekabet etmeye çalışan Microsoft’tu. Microsoft, tarayıcısını tam olarak entegre etmeye ve fiyatını etkin bir şekilde sıfıra indirmeye devam etti ve tüketiciler buna olumlu yanıt verdi; Microsoft’un tarayıcısı daha fazla iş yaparken Netscape’in tarayıcısı daha az iş yaptı. Netscape tarayıcısı hiçbir zaman haksız bir şekilde “engellenmedi” ya da pazardan “dışlanmadı”; bilakis kişisel bilgisayar kullanıcıları Microsoft tarafından dışlandığı iddia edilen dönemde Netscape tarayıcısının milyonlarca kopyasını indirdi. Dolayısıyla, devletin tüm bu davaları, hırslı avukatların ve hoşnutsuz rakiplerin emriyle inovasyonu ve tüketici tercihlerini regüle etmeye yönelik bir girişimdi. Microsoft’un bu davayı (bazı kısımlarında FTC’nin de yer aldığı on yıllık bir dava sürecinden sonra) temyiz aşamasında kazanmış olması bu zulmün mutlak çılgınlığını ve ahmaklığını hafifletmez.
Sonuç
Antitröst teorisi ve tarihi hem mitlerden hem de aldatmacalardan ibarettir. Yasalar (Robert Bork’un aksi yöndeki itirazlarına rağmen) hiçbir zaman tüketicilere yardımcı olmak için tasarlanmamıştır ve uzun tarihsel sicilleri de tüketicilere yardımcı olmadıklarını göstermektedir. Bunun yerine, daha az verimli rakipleri ve devlet onaylı her tekeli korurken yenilikçi ve verimli ticarî kuruluşları cezalandırmışlardır. Tüketicileri daha fakir ve genel ekonomiyi daha az verimli hâle getirme eğiliminde olmuşlardır ve reforme edilmeyi değil, yürürlükten kaldırılmayı hak etmektedirler. Antitröst paradigmasının iktisatçılar, hukukçular ve halkın çoğunluğu arasında hâlâ destek bulabilmesi, entelektüel uyuşukluğun, özel çıkarların gücünün ve onlarca yıllık başarılı mit yaratımının bir kanıtıdır.
Bu makale biraz rahatsız edici bir dile sahip, tekeli devletçi perspektifi ile eleştirip sonra normale dönüyor. Eğer bu makaleyi okuduktan sonra hala serbest piyasada tekel oluşacağını düşünüyorsanız, bu makaleyi anlayasıya kadar tekrar okuyun. İyi okumalar.