Hans-Hermann Hoppe - 05.03.2015
Bu bölümde tarihsel bir bulmacayı ya da bilmeceyi kısaca tasvir etmeyi ve daha sonra bunu detaylı bir şekilde çözmeyi ve cevaplamayı amaçlıyorum.
Ancak bundan önce, birkaç kısa genel teorik tespitte bulunmak gerekiyor.
İnsanlar birbirleriyle mükemmel bir uyum içinde yaşamazlar. Aksine, aralarında tekrar tekrar anlaşmazlıklar ve çatışmalar ortaya çıkar. Ve bu çatışmaların kaynağı her zaman aynıdır: Malların kıtlığı. Ben belli bir M malı ile X yapmak istiyorum, siz ise aynı mal ile aynı anda Y yapmak istiyorsunuz. Senin ve benim M ile aynı anda hem X hem de Y yapmamız mümkün olmadığından, anlaşmazlığa düşmemiz, yani çatışmamız kaçınılmazdır. Aşırı bolluk durumunda, yani örneğin M’nin sınırsız arzda mevcut olması durumunda, çatışmamız yaşanmayacaktır. İkimiz de aynı anda M ile “işimizi” halledebilmiş oluruz. Ancak çoğu mal aşırı bollukta bulunmaz. İnsanoğlu Cennet Bahçesi’nden ayrıldığından beri etrafımızda her zaman kıtlık olmuştur ve olacaktır.
Tüm insan çıkarlarının mükemmel bir uyum içinde olmadığı ve insanlığın daimî kıtlık içinde olduğu dikkate alındığında, bireyler arası çatışmalar insan yaşamının kaçınılmaz bir parçası ve barış için sürekli bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnsanoğlu, kıt mallarla ilgili çatışmalarla karşı karşıya kalırken, aynı zamanda akılla, daha doğrusu insan aklının bir tezahürü olarak birbiriyle iletişim kurma, tartışma ve argümana girme yeteneğiyle donatılmış olduğundan, bu tür çatışmalardan nasıl kaçınılabileceği ve meydana gelmeleri hâlinde bunların nasıl barışçıl bir şekilde çözülebileceği sorusuyla da karşı karşıya kalmıştır ve daima da kalacaktır.¹
Şimdi bireyler arası çatışmaların gerçekliğinin farkında olan ve bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolunu arayan bir grup insan varsayalım. Ve benim çözüm olarak şöyle bir öneride bulunduğumu varsayalım: Taraf olduğum çatışmalar da dâhil olmak üzere, her çatışma durumunda son ve nihai sözü ben söyleyeceğim. Kıt kaynaklarla ilgili herhangi bir anlaşmazlıkta kimin neye ne zaman sahip olduğu ve buna göre kimin haklı ya da haksız olduğu konusunda nihai yargıç veya karar mercii ben olacağım. Bu şekilde, tüm çatışmalar önlenebilir veya sorunsuz bir şekilde çözülebilir.
Sizin ya da bir başkasının bu önerimi kabul etme olasılığı nedir?
Tahmin ediyorum ki neredeyse sıfır, hatta hiç. Aslında, siz ve çoğu insan bu önerinin saçma olduğunu düşünecek ve muhtemelen beni deli, psikiyatrik tedavi gerektiren bir vaka olarak değerlendireceksinizdir. Çünkü bu öneriye göre canınız ve malınız için gerçekten korkmanız gerektiğini hemen fark edeceksinizdir. Çünkü bu çözüm bana sizinle bir çatışma yaratma ya da kışkırtma ve sonra da bu çatışmayı kendi lehime sonuçlandırma imkânı verecektir. Gerçekten de bu öneriye göre yaşam ve mülkiyet hakkınızdan, hatta böyle bir hakkınız varmış gibi davranmaktan vazgeçmiş olacaksınız. Yaşam ve mülkiyet hakkına ancak ben size böyle bir hak tanıdığım sürece, yani yaşamanıza ve size ait olduğunu düşündüğünüz her şeyi elinizde tutmanıza izin verdiğim sürece sahipsiniz. Nihayetinde, yalnızca ben yaşam hakkına sahip olurum ve tüm malların sahibi de ben olurum.
İşte bulmaca da tam buradadır; bu çılgınca çözüm önerisi aslında realitenin ta kendisidir. Nereye bakarsanız bakın, bu çözümün bir devlet kurumu şeklinde hayata geçirildiğini görürsünüz. Devlet her anlaşmazlık durumunda nihai yargıçtır. Onun kararları dışında temyiz yoktur. Eğer devlet ve onun temsilcileriyle çatışmaya girerseniz, kimin haklı kimin haksız olduğuna karar verecek olan yine devlet ve onun temsilcileridir. Devletin sizi vergilendirme hakkı vardır. Dolayısıyla, mülkünüzün ne kadarını elinizde tutmanıza izin verileceğine karar veren de devlettir -yani mülkünüz yalnızca “fiat” (itibari, devlet komutuna tâbi) mülktür. Ve devlet yasa yapabilir, yasamayı yürütebilir, yani tüm yaşamınız devletin insafına kalmıştır. Hatta kendi canınızı ve malınızı savunmak için değil ama devleti ya da devletin “savunulması” gerektiğini düşündüğü “devlet mülkünü” savunmak için öldürülmenizi bile emredebilir.
Peki böylesine hayret verici, hatta çılgınca bir kurum nasıl ortaya çıkabildi, şimdi uzun uzadıya ele almak istediğim soru budur. Açıkçası, rasyonel insan düşüncesinin bir sonucu olarak ab ovo (başından beri), kendiliğinden gelişmiş olamaz. Aslında tarihsel olarak bunun gerçekleşmesi yüzyıllar almıştır. İlerleyen paragraflarda bu gelişimi doğal, aristokratik bir toplumsal düzenin başlangıcından, örneğin feodal kralların ve lordların Erken Avrupa Orta Çağı’nda hâlâ birçok kusuruyla birlikte ele alındığı şekliyle, önce mutlak monarklara, sonra yaklaşık 17. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki tarih sahnesinde yer alan anayasal krallar ve klasik monarşilere, ve Fransız Devrimi ile başlayıp 1918’de Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle tam hız devam eden, klasik monarşilerin demokrasiler (parlamenter cumhuriyetler veya parlamenter monarşiler) tarafından birbiri ardına yerinden edilmesi ve nihai olarak değiştirilmesine kadar, adım adım yeniden resmetmeye çalışacağım.
Okullarda tüm bu tarihsel gelişmeleri bir ilerleme olarak görmemiz gerektiğini öğrenmiş olsak da -tabii tarih her zaman galipler tarafından yazıldığı için bunda şaşılacak bir şey yok- burada bu süreci ilerleyen bir ahmaklık ve çürüme hikayesi olarak yeniden ele alacağım. Bu revizyonist tarih anlatımım karşısında kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak bir soruyu da hemen yanıtlayayım: Evet, günümüz dünyası Orta Çağ ve onu takip eden monarşik çağdaki insanlardan daha zengindir. Ancak durum, söz konusu tarihsel gelişmeler nedeniyle daha zengin olduğumuzu göstermez. Nitekim, aşağıda dolaylı olarak göstereceğim gibi, insanlığın bu süre zarfında deneyimlediği toplumsal zenginlik ve genel yaşam standartlarındaki artış, bu tarihsel gelişmelere rağmen meydana gelmiştir ve söz konusu tarihsel gelişmeler gerçekleşmemiş olsaydı, zenginlik ve yaşam standartlarındaki artış çok daha büyük olacaktı. Peki o zaman tekrar soruyorum: Gerçek, rasyonel, barış isteyen insanlar toplumsal çatışma sorununu nasıl çözerdi? Burada “gerçek” kelimesini vurgulamama izin verin. Burada sözünü ettiğim, bu soru üzerinde düşünen insanlar zombi değildir. Rawls’un deyimiyle bir “cehalet örtüsünün” ardında, kıtlık ve zaman tarafından kısıtlanmadan oturmuyorlar. (Rawls’un böyle bir önermeden en sapkın sonuçlara ulaşmasına şaşmamalı!) Düşünmeye başladıklarında tabiri caizse hayatın tam ortasında duruyorlar. Kıtlığın ve zaman kısıtlamalarının kaçınılmaz gerçeğine fazlasıyla aşinadırlar. Zaten çalışmakta ve üretmektedirler. Diğer işçiler ve üreticilerle etkileşim hâlindedirler ve hâlihazırda pek çok malı sahiplenmiş ve fiziksel kontrolleri altına almış, yani mülkiyetlerine geçirmişlerdir. Aslında, anlaşmazlıkları her zaman daha önce tartışmasız olan sahiplikler hakkındaki bunlara daha fazla saygı gösterilip gösterilmeyeceği ve zilyedin bunların gerçek sahibi olarak kabul edilip edilmeyeceği şeklindeki anlaşmazlıklardır.
Dolayısıyla, insanların bir çözüm olarak kabul etmesi en muhtemel olan şeyin şu olduğunu öne sürüyorum: Herkesin, ilk bakışta ya da prima facie, hâlihazırda, gerçekte ve şimdiye kadar tartışmasız olarak kontrol ettiği ve sahiplendiği tüm malların sahibi olduğu -münhasır/dışlayıcı kontrol hakkına sahip olduğu- varsayılır. Başlangıç noktası budur. Bu malların zilyedi olarak, söz konusu mallar üzerinde, ilk bakışta, bu malları kontrol etmeyen ve bu mallara sahip olmayan herkesten daha fazla hak sahibidir ve sonuç olarak, eğer bir başkası zilyedin bu mallar üzerindeki kontrolüne müdahale ederse, o zaman bu kişi ilk bakışta haksızdır ve ispat yükü, yani mal sahipliğine ilişkin mevcut hakların aksini gösterme yükümlülüğü ona aittir. Ancak, bu son nitelemenin de gösterdiği gibi, mevcut zilyetlik haklı olmak için yeterli değildir. Burada ilk, asli zilyet lehine bir ön kabul mevcuttur ve kimin asli kontrole sahip olduğu ya da bir şeyin ilk kontrolünü kimin edindiğinin ortaya konması her zaman bir anlaşmazlık çözümü girişiminin başında yer alır (çünkü tekrar etmek gerekirse, her anlaşmazlık bir şeyi hâlihazırda kontrol eden biri ile onun yerine bunu yapmak isteyen bir başkası arasındaki bir anlaşmazlıktır). Ancak bu kuralın istisnaları da vardır. Eğer bir başkası söz konusu malın daha önce kendisi tarafından sahiplenilip kontrol edildiğini ancak iradesi ve rızası dışında elinden alındığını, yani mevcut zilyet tarafından çalındığını veya soyulduğunu kanıtlayabilirse, o malın şu anki mevcut zilyedi o malın gerçek sahibi değildir. Bunu kanıtlayabilirse, mülkiyet kendisine geri döner ve kendisi ile mevcut zilyet arasındaki çatışmada kendisinin haklı olduğuna karar verilir. Bir şeyin şu anki zilyedi, söz konusu şeyi başka birinden belirli bir süre için ve belirli koşullar altında kiralamışsa ve bu diğer kişi bu durumu örneğin önceden yapılmış bir kira sözleşmesi veya anlaşması sunarak kanıtlayabiliyorsa, aynı şekilde onun sahibi sayılmayacaktır. Ve bir şeyin mevcut zilyedi, söz konusu malı kullanmak veya üretmek için bir başkası adına, onun çalışanı olarak çalışmışsa ve işveren de örneğin bir iş sözleşmesi sunarak bu durumu kanıtlayabiliyorsa, o şeyin sahibi de sayılamayacaktır.²
O hâlde, bir şeyin mevcut kontrolörü ve zilyedi ile başka bir kişinin aynı şeyi kontrol etmeye yönelik rakip iddiaları arasındaki çatışmaya karar verirken kullanılan kriterler, ilkeler açıktır ve gerçek insanlar arasında bunlara ilişkin evrensel bir anlaşmaya varılabileceği ve varılacağı rahatlıkla varsayılabilir. Öyleyse mevcut çatışmalarda eksik olan şey hukukun yokluğu ya da hukuksuzluk değil, sadece gerçekler üzerinde bir mutabakatın olmamasıdır. Bu durumda yargıçlara ve anlaşmazlık tahkimlerine duyulan ihtiyaç, yasa türetme ihtiyacı değil, olguların tespit edilmesi ve verili yasaların münferit vakalara ve özel durumlara uygulanması ihtiyacıdır. Biraz daha farklı bir şekilde ifade edecek olursak, değerlendirmeler, tartışmalar ve müzakereler, yasaların üretilmekten ziyade keşfedilmesi gerektiği (verili olduğu) ve yargıcın görevinin yalnızca ve münhasıran, belirlenmiş ya da belirlenecek olgulara verili hukuku uygulamak olduğu anlayışıyla sonuçlanacaktır.
Buna göre, çatışan tarafların yasa yapmak için değil ama verili yasayı uygulamak için uzman yargıçlar, arabulucular ve sulh sağlayıcılar talep ettiğini varsayarsak, insanlar bu talebi karşılamak için kime başvuracaklardır? Açıkçası, herhangi birine başvurmayacaklardır, çünkü çoğu insan kaliteli bir yargıç olmak için gerekli entelektüel yeteneğe veya karaktere sahip değildir ve bu durumda çoğu insanın sözlerinin hiçbir otoritesi yoktur ve dinlenilme, saygı duyulma ve uygulanma şansı çok azdır. Bunun yerine, anlaşmazlıklarını çözmek ve bu çözümün başkaları tarafından kalıcı olarak tanınmasını ve saygı görmesini sağlamak için doğal otoritelere, doğal aristokrasinin üyelerine, soylulara ve krallara başvuracaklardır.
Burada doğal aristokratlar, soylular ve krallar ile kastettiğim şey basitçe şudur: Asgari düzeyde karmaşıklığa sahip her toplumda, birkaç birey doğal elit statüsünü kazanır. Zenginlik, bilgelik, yiğitlik ya da bunların birleşiminden oluşan üstün başarıları nedeniyle, bazı bireyler diğerlerinden daha fazla otoriteye sahip olur ve fikirleri ve yargıları yaygın bir saygı uyandırır. Dahası, seçici evlilik ve çiftleşme ile medeni ve genetik miras yasaları sayesinde, doğal otorite konumları genellikle birkaç “soylu” aile içinde nesilden nesile aktarılır. İnsanlar genellikle birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını ve şikâyetlerini bu tür soylu ailelerin üstün başarı, ileri görüşlülük ve örnek davranış siciline sahip liderlerine iletirler. Soylu ailelerin liderleri, medeni yurttaşlık görevi duygusuyla, genellikle ücretsiz olarak yargıç ve sulh sağlayıcı olarak hareket ederler. Aslında bu olgu bugün bile her küçük toplulukta gözlemlenebilir.
Şimdi gerçek insanlar arasında, bireyler arası çatışmalar gibi ortadan kaldırılamaz bir insan sorununun nasıl çözüleceğine dair yapılacak bir müzakerenin muhtemel sonucuna ilişkin soruya yanıt arayalım. Örneğin, her çatışma durumunda belirli bir kişiye, en soylu ailenin reisine, bir krala başvurulacağı konusunda genel bir mutabakat olacağını kolayca hayal edebiliriz. Ancak daha önce de belirtildiği gibi, bu kralın yasa yapabileceği konusunda bir anlaşma olması düşünülemez. Kral da diğer herkes gibi aynı verili hukuka tâbi ve bağlı tutulacaktır. Yani kralın yasa koyması değil, yalnızca yasayı uygulaması beklenmektedir. Bunu sağlamak için de krala asla yargıçlık tekeli verilmeyecektir. Belki herkes adalet için ona başvurabilir, yani nihai yargıç ve barışı sağlayan kişi olarak “doğal” bir tekele sahip olabilir. Ancak herkes kraldan memnun kalmazsa başka bir yargıç, başka bir soylu seçmekte özgürdür. Yani kralın yargıçlık pozisyonu üzerinde yasal bir tekeli yoktur. Yasayı uygulamak yerine yasa yaptığı tespit edilirse ya da yasayı uygularken hata yaptığı tespit edilirse, yani belirli bir davanın gerçeklerini yanlış yorumlar, yanlış sunar veya tahrif ederse, kararına başka bir asil mahkemede itiraz edilebilir ve yanlış kararından dolayı kendisi sorumlu tutulabilir. Kısacası, kral bir devletin başı gibi görünebilir, ancak kesinlikle bir devlet değildir, bunun yerine doğal, dikey ve hiyerarşik olarak yapılandırılmış ve katmanlaşmış bir sosyal düzenin, bir aristokrasinin parçasıdır.
Daha önce de belirttiğim gibi, buna benzer bir şey, aristokratik bir doğal düzene benzeyen bir şey, örneğin Erken Avrupa Orta Çağı’nda, o çok kötülenen feodal çağda ortaya çıkmıştı. Burada amacım standart tarihle, yani tarihçiler tarafından yazıldığı şekliyle tarihi ele almak değil, gerçek tarihsel olaylardan beslenen, ancak daha temelde teorik-felsefî ve iktisadî kaygılarla motive edilen mantıksal veya sosyolojik bir şekilde tarihin yeniden inşasını sunmak olduğu için, bu tezi kanıtlamaya fazla zaman harcamayacağım. Bu konuda Fritz Kern’in Kingship and Law in the Middle Ages adlı kitabına (orijinali 1914’te Almanca olarak yayınlanmıştır) ve Democracy: The God That Failed adlı kitabımda bu konuya ilişkin olarak verilen çok sayıdaki diğer referanslara kısaca atıfta bulunacağım. Bu kadarı, feodalizmin sözde “karanlık” çağında ve Orta Çağ’ın, az önce doğal bir düzen olarak tanımladığım şeyin kaba bir tarihsel örneği olarak hizmet edebileceği iddiamı desteklemek için yeterlidir.
Feodal lordlar ve krallar sadece vergilendirilenlerin rızasıyla “vergilendirme” yapabilirdi ve her özgür insan kendi topraklarında feodal kral kadar egemendi, yani nihai karar vericiydi. Rıza olmaksızın vergilendirme el koyma, yani kanunsuz kamulaştırma veya gasp olarak kabul edilirdi. Kral yasaların altında ve onlara tâbiydi. Kral bir soylu, hatta en soylu kişi olabilirdi, ama başka soylular ve soylu olmayanlar da vardı ve hepsi, her soylu ve her özgür insan, kralın kendisinden daha az ya da daha fazla değil, aynı yasaya tâbiydi ve bu yasayı korumak ve desteklemekle yükümlüydü. Bu yasanın kadim ve ebedi olduğu düşünülürdü. “Yeni” yasalar rutin olarak yasa olmadıkları gerekçesiyle reddedilirdi. Orta Çağ kralının tek işlevi “eski güzel hukuku” uygulamak ve korumaktı. Doğuştan gelen krallık fikri Erken Orta Çağ dönemlerinde yoktu. Kral olmak için halkın rızası gerekiyordu ve seçmenler topluluğunun her üyesi ve her kesimi, eylemlerini hukuka aykırı bulduğu takdirde krala direnmekte özgürdü. Aynı durumda, insanlar kralı terk etmekte ve yeni bir kral aramakta da özgürdü.
Feodal düzenin ya da daha spesifik olarak “allodial”, yani toprak üzerinde herhangi bir sınırlama ve yükümlülüğün olmadığı tam mülkiyete dayalı feodalizmin bu kısa tanımı benim amacım için yeterli olacaktır. Sadece şunu ilave edeyim: Burada bu düzenin mükemmel olduğunu, daha önce tanımladığım gibi gerçek bir doğal düzen olduğunu iddia etmiyorum. Aslında, pek çok yerde serflik sisteminin varlığı da başta olmak üzere pek çok kusurdan muzdaripti (her ne kadar o dönemde serflere yüklenen yük, günümüzün modern vergi kölelerine yüklenen yüke kıyasla daha hafif olsa da). Ben sadece bu düzenin (a) tek bir yasanın üstünlüğü ve herkesin bu yasaya tâbi olması, (b) herhangi bir yasa yapma gücünün olmaması ve (c) herhangi bir yasal yargıçlık ve anlaşmazlık tahkimi tekelinin bulunmaması nedeniyle doğal bir düzene yaklaştığını iddia ediyorum. Ayrıca bu sistemin, serflerin sisteme dâhil edilmesiyle mükemmelleştirilebileceğini ve neredeyse hiç değiştirilmeden muhafaza edilebileceğini iddia ediyorum.
Ancak yaşanan bu olmamıştır. Bunun yerine, derin bir ahlâkî ve iktisadî ahmaklık gerçekleştirilmiştir. Bölgesel bir nihai yargı tekeli kurulmuş ve bununla birlikte yasa yapma yetkisi ve hukukun yasamadan ayrılması ve ona tâbi olması sağlanmıştır. Feodal kralların yerini önce mutlak, sonra da anayasal krallar almıştır.
Kavramsal olarak, yasalar altındaki feodal bir kraldan yasaların üzerindeki mutlak bir krala geçiş küçük bir adımdır. Eskiden feodal olan kral bundan böyle hiç kimsenin kendisinden başkasını nihai yargıç olarak seçemeyeceği konusunda ısrarcıdır. O zamana kadar, kral herkesin adalet için başvurduğu tek kişiydi belki ama diğerleri, özellikle de diğer soylular, eğer isteselerdi ve adalet arayanlar tarafından bu tür hizmetlere bir talep olsaydı, yargıç olarak hareket edebilirlerdi. Gerçekten de, herkes kendini ve malını savunmakta ve özel olarak kendi kendine karar vermekte ve anlaşmazlıkları çözmekte özgürdü ve kralın kendisi de diğer adalet divanlarında, yani kendi seçmediği mahkemelerde sorumlu tutulabilir ve adalete teslim edilebilirdi. Dolayısıyla tüm bunları yasaklamak ve bunun yerine tüm anlaşmazlıkların nihai kraliyet denetimine tâbi olmasında ısrar etmek, muazzam etkileri olan bir darbeden başka bir şey değildir. Daha önce de belirtildiği gibi, nihai yargı işlevinin tekelleşmesiyle birlikte kral bir devlet hâline gelmiş ve özel mülkiyet esasen ortadan kaldırılarak yerine fiat mülkiyeti, yani kral tarafından tebaasına bağışlanan devlet komutuna, yasal buyruğa tâbi, itibari mülkiyet getirilmiştir. Kral artık özel mülk sahiplerinden destek istemek yerine özel mülkleri vergilendirebilir ve önceden var olan değiştirilemez yasalara bağlı olmak yerine yasa yapabilirdi. Sonuç olarak, yavaş ama emin adımlarla hukuk ve hukukun uygulanması daha pahalı hâle geldi: Ücretsiz ya da gönüllü bir ödeme karşılığında sunulmak yerine, zorunlu bir vergi yardımıyla finanse edilmeye başlandı. Aynı zamanda hukukun kalitesi de kötüleşti: Kral, önceden var olan hukuku korumak ve evrensel ve değişmez adalet ilkelerini uygulamak yerine, tekelci bir yargıç olarak, kararlarında tarafsız olmadığı için müvekkillerini (müşterilerini) kaybetmekten korkmak zorunda kalmadan, mevcut hukuku kendi çıkarları doğrultusunda değiştirdi.
Dahası, topluma yeni bir şiddet düzeyi ve niteliği de dâhil edilmiş oldu. Kuşkusuz, şiddet tarihin başlangıcından beri insanlar arasındaki ilişkiyi karakterize etmiştir. Ancak şiddet ve saldırganlık yüksek maliyetliydi ve bir devlet kurumunun gelişimine kadar saldırgan, saldırganlığın tüm maliyetlerini kendisi üstlenmek zorundaydı. Ancak şimdi, bir devlet-kralın varlığıyla, saldırganlığın maliyetleri üçüncü taraflara (vergi mükellefleri ve askerlere) yansıtılabilmekte ve buna bağlı olarak saldırganlık ya da daha spesifik olarak emperyalizm, yani savaş ve fetih yoluyla saldırgan bir şekilde topraklarını ve tebaasını çoğaltma girişimleri de buna paralel olarak artmaktadır.
Ancak, sonuçları öngörülebilir olan böyle bir gelişme nasıl mümkün oldu? Feodal bir kralın neden mutlak bir kral, yani bir devletin başı olmak isteyebileceğini anlamak zor değildir, çünkü melekler dışında kim kendisini ilgilendiren çatışmalar da dâhil olmak üzere tüm çatışmalarla ilgili nihai karar mercii olmak istemez ki? Kralın, soyluların en soylusu olsa bile, böyle bir darbeden nasıl sıyrılabileceğini anlamak asıl zor olandır. Açıkçası, herhangi bir olası devlet kralı, büyük ihtimalle ve en şiddetli şekilde diğer soyluların muhalefetiyle karşılaşacaktır, çünkü tipik olarak daha fazla ve topluca daha büyük mülke sahip olanlar onlardır ve dolayısıyla kralın vergilendirme ve yasama gücünden en çok korkması gerekenler de onlardır.
Bu, sonuçları öngörülebilir olan böyle bir gelişmenin nasıl mümkün olduğu sorusunun cevabı aslında oldukça basittir. Kral kendisini “halk” ya da “sıradan insan” ile aynı safa yerleştirdi. “Ayrıcalıksızlar” arasında her zaman ve her yerde popüler olan, kendi “üstlerine” ve “efendilerine”, yani lordlarına karşı duyulan kıskançlık duygusuna hitap etti. Onları lordlarına karşı sözleşmeden doğan yükümlülüklerinden kurtarmayı, örneğin mülklerinin kiracısı değil de sahibi yapmayı ya da alacaklılarına olan borçlarını “affetmeyi” teklif etti ve böylece halkın adalet duygusunu, yaptığı darbeye karşı aristokratik direnişi boşa çıkaracak kadar yozlaştırabildi. Ayrıca kral, aristokrasiyi güç kayıpları sonrasında teselli etmek ve böylece direnişlerini azaltmak için onlara çok daha genişleyen ve büyüyen kraliyet saraylarında görevler teklif etti.
Dahası, kral mutlak iktidar hedefine ulaşmak için entelektüellerle de ittifak kurdu. Entelektüel hizmetlere olan talep genellikle düşüktür ve entelektüeller, neredeyse doğuştan, büyük ölçüde şişirilmiş bir benlik imajından muzdariptirler, bu nedenle de her zaman kıskançlığa yatkındırlar ve kolayca kıskançlığın ateşli destekçileri hâline gelirler. Kral onlara saray entelektüelleri olarak güvenli bir konum sunmuş, onlar da bu iyiliğe karşılık vererek kralın mutlak hükümdar olarak konumu için gerekli ideolojik desteği üretmişlerdir. Bunu iki yönlü bir mit yaratarak gerçekleştirdiler: Bir yandan mutlak kralın gelişinden önceki tarihi, mümkün olan en kötü şekilde, yani herkesin herkese karşı amansız bir mücadelesi, -önceki doğal aristokratik düzenin gerçek tarihinin aksine- bir insanın başka bir insanın kurdu olduğu bir mücadele olarak tasvir ettiler. Öte yandan, kralın mutlak iktidarı üstlenmesini, tebaası tarafından muhtemelen rasyonel bir şekilde varılan ve aksi takdirde tehdit oluşturacak bellum omnia contra omnes (herkesin herkese karşı savaşı) durumuna dönüş mitine dayanan bir tür sözleşmenin sonucu olarak tasvir ettiler.
Böyle bir sözleşmenin düşünülemeyeceğini ve böyle bir sözleşme kavramının tamamen efsane olduğunu daha önce göstermiştim. Aklı başında hiç kimse böyle bir sözleşmeye imza atmaz. Ancak vurgulamama gerek olmadığı üzere, bu fikir, yani nihai karar verme yetkisine sahip bölgesel bir tekel olarak devletin gücünün bir tür sözleşmeye dayandığı ve temellendiği fikri, bugüne kadar halkların zihinlerinde hâkimiyetini sürdürmüştür. Her ne kadar saçma olsa da, saray entelektüelleri çalışmalarında oldukça başarılı olmuşlardır.
Entelektüellerin bu iki yönlü miti, yani mutlak monarkların yükselişini bir sözleşmenin sonucu olarak sunan ideolojik çalışmalarının sonucu olarak, kralın mutlak monarşisi anayasal bir monarşiye dönüştürülmüştür. Okul kitaplarında ve resmî, ortodoks tarih yazımında mutlak monarşiden anayasal monarşiye geçiş tipik olarak insanlık tarihinde ileriye doğru atılmış büyük bir adım, bir ilerleme olarak sunulur. Ancak aslında bu geçiş başka bir ahmaklığı temsil ediyor ve daha da ileri bir çürümeyi başlatıyordu. Mutlak kralın konumu, bir gasp eylemi yoluyla mutlak güce fiilen yükselişinin hatırası hâlâ devam ettiği ve bu nedenle “mutlak” gücünü etkili bir şekilde sınırladığı için en iyi ihtimalle zayıf bir konumken, bir anayasanın getirilmesi aslında onun vergilendirme ve yasama yetkisini resmîleştirdi ve sistemleştirdi. Yani artık anayasa halkı kraldan koruyan bir şey değil, kralı halktan koruyan bir şey hâline gelmişti. Bu bir devlet anayasasıydı ve daha önceden de kuşkuyla bakılan bir şeyi, yani rıza olmaksızın vergilendirme ve yasa yapma hakkını ön kabul olarak içeriyordu. Böylece anayasal kral, kendisini birkaç formaliteye ve usuli rutine tâbi tutarak, yetkilerini genişletme ve kendisini mutlak bir hükümdar olarak mümkün olanın çok ötesinde zenginleştirme imkânına sahip oldu.
Fakat, ironik bir şekilde, feodal kralı önce mutlak, sonra da anayasal kral konumuna yükselten güçler olan eşitlikçi duygulara hitap edilmesi ve sıradan insanın kendinden üstün olanlara karşı kıskançlığı ve entelektüellerin işe alınması, kralın kendi çöküşüne de yardımcı oldu ve daha büyük bir başka çılgınlığın, monarşiden demokrasiye geçişin yolunu açtı.
Kralın daha iyi ve daha ucuz adalet vaatlerinin boş olduğu ortaya çıktığında ve entelektüeller tahmin edileceği üzere toplumsal rütbe ve konumlarından hâlâ memnun olmadıklarında, entelektüeller kralın daha önce aristokrat rakiplerine karşı verdiği mücadelede cesaretlendirdiği aynı eşitlikçi duyguları monarşik hükümdarın kendisine karşı da kullandılar. Ne de olsa kralın kendisi de soyluların bir üyesiydi ve diğer tüm soyluların potansiyel yargıçlar olarak dışlanmasının bir sonucu olarak, konumu daha da yücelmiş ve tutumu da daha kibirli ve elitist hâle gelmişti. Buna göre, kralın da alaşağı edilmesi ve kralın başlattığı eşitlikçi politikaların nihai sonucuna, yani yargının sıradan insanlar tarafından kontrol edilmesine kadar götürülmesi mantıklı görünüyordu ki bu sıradan insanlar da entelektüellere göre, “halkın doğal sözcüleri” olarak bizzat kendileri demekti.
Krala yöneltilen entelektüel eleştiri, nihai karar verme konusunda yasal bir tekel kurumuna yönelik bir eleştiri değildi, ancak açıkladığım gibi bu, nihai ahlâkî ve iktisadî ahmaklığı ve tüm kötülüklerin kökenini oluşturmaktadır. Bu muhalifler, kendilerinin sadece küçük ama önemli bir rol oynayacağı doğal bir aristokratik düzene geri dönmek istemiyorlardı. Ancak muhalefetleri, herkesin yasa önünde eşitliği ya da yasanın her şeyden üstünlüğü gibi eski ve değişmez kavramlara yüzeysel bir itiraz niteliğindeydi. Böylece, monarşinin kişisel ayrıcalığa dayandığını ve böyle bir ayrıcalığın kanun önünde eşitlikle bağdaşmadığını savundular. Ve devlet yönetimine katılımı ve girişi herkese eşit şartlarda açarak -yani monarşiyi demokrasiyle değiştirerek- herkesin kanun önünde eşitliği ilkesinin yerine getirilebileceğini öne sürdüler.
Bu argüman ilk bakışta ne kadar cazip görünse de temelde yanlıştır. Çünkü kanun önünde demokratik eşitlik, her yerde ve her zaman herkes için eşit olarak geçerli olan tek bir evrensel kanun fikrinden tamamen farklı ve onunla bağdaşmayan bir şeydir. Demokrasi altında, devlet yönetimine giriş herkese eşit şartlarda açık olduğu ölçüde herkes eşittir. Tabiri caizse sadece ayrıcalıklı bir kesim, yani kral ve onun mutlak ya da anayasal yetkileriyle halefi olarak belirlediği kişiler değil, herkes kral olabilecektir. Dolayısıyla, bir demokraside kişisel ayrıcalıklar ya da ayrıcalıklı kişiler yoktur. Ancak işlevsel ayrıcalıklar ve ayrıcalıklı işlevler mevcuttur. Devlet yetkilileri, yani kamu görevlileri, resmî bir sıfatla hareket ettikleri sürece, kamu hukuku tarafından yönetilir ve korunurlar ve bu nedenle salt özel hukuk yetkisi altında hareket eden kişilere karşı ayrıcalıklı bir konuma sahiptirler.
Öncelikle, kamu görevlileri, tıpkı herhangi bir mutlak veya anayasal kral gibi, kendi faaliyetlerini vergiler yoluyla finanse etme veya sübvanse etme iznine sahiptir. Yani, her özel hukuğa tâbi vatandaşın yapması gerekenin aksine, gelirlerini mal ve hizmetlerin üretimi ve akabinde gönüllü olarak mal ve hizmet alışverişinde bulunan tüketicilere satışı yoluyla elde etmezler. Bunun yerine, kamu görevlileri olarak, özel hukuğa tâbi kişiler arasındaki özel ilişkilerde soygun, hırsızlık ve yağma olarak kabul edilen faaliyetlerde bulunmalarına ve bu faaliyetlerle geçinmelerine yasal olarak izin verilmektedir. Dolayısıyla, ayrıcalık ve yasal ayrımcılık -ve yöneticiler ile tebaa arasındaki ayrım- demokrasi altında ortadan kalkmaz. Tam tersine; prensler ve soylularla sınırlı kalmak yerine, demokrasi altında ayrıcalıklar herkesin erişimine açık hâle gelir: Herkes hırsızlığa katılabilir ve çalınan ganimetlerle yaşayabilir, yeter ki kamu görevlisi olsun. Aynı şekilde, demokratik olarak seçilmiş parlamentolar, tıpkı mutlak ya da anayasal krallar gibi, herhangi bir üstün, doğal yasaya, yani kendilerinin (sözde “anayasa hukuku” adını vererek) türetmiş olmadıkları hukuka bağlı değillerdir; aksine yasa koyabilirler, yani yasa yapabilir ve değiştirebilirler. Monarşide yalnızca kral kendi lehine yasa çıkarmaya muktedirdi; demokrasi altında ise herkes, sadece parlamentoya veya hükümete girmesi koşuluyla, kendi lehine yasaları teşvik etmekte ve yürürlüğe koymaya çalışmakta özgürdür.
Tahmin edilebileceği gibi, demokratik koşullar altında, nihai karar verme tekelinin adaletin fiyatını artırma ve kalitesini düşürme eğilimi azalmaz, aksine artar.
Teorik olarak konuşmak gerekirse, monarşiden demokrasiye geçiş, daimî ve kalıtsal bir tekel “sahibinin” -kralın- geçici ve birbirinin yerine geçebilen “bekçilerle” veya “emanetçilerle” -cumhurbaşkanları, başbakanlar ve parlamento üyeleriyle- değiştirilmesinden başka bir şey değildir. Her ikisi de, krallar ve başkanlar, “kötüler” üretecektir, yani vergilendirme ve yasama yapacaklardır. Ancak bir kral, tekelin “sahibi” olduğu ve ülkesini satabileceği veya kendi seçtiği bir halefine, varisine miras bırakabileceği için, eylemlerinin sermaye değerleri üzerindeki yansımalarını dikkate almak, hesaplamak zorundadır.
“Kendi” topraklarındaki sermaye birikiminin sahibi olarak kral, nispeten gelecek odaklı düşünecek ve davranacaktır. Mülkünün değerini korumak ya da arttırmak için, sömürüsü nispeten ılımlı ve ölçülü olacaktır. Buna karşılık, geçici ve değiştirilebilir bir demokratik bekçi ülkenin sahibi değildir, ancak görevde olduğu sürece onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasına izin verilmiştir. Ülkenin mevcut kullanım hakkına sahiptir ama sermaye stokuna sahip değildir. Bu durum sömürüyü ortadan kaldırmaz. Aksine, sömürüyü dar görüşlü, şimdiki zamana odaklı, ölçüsüz ve hesaplanamaz kılar, yani sermaye birikiminin değerini hiç dikkate almadan ya da çok az dikkate alarak yönetir. Kısacası, sermaye tüketimini teşvik eder.
Demokrasinin her devlet pozisyonuna serbestçe girilebilmesini sağlaması da iyi bir şey değildir (buna karşın monarşide devlete giriş kralın takdirine bağlıdır). Aksine, sadece mal üretiminde rekabet iyi bir şeydir. Vergilendirme ve yasama gibi kötü şeylerin üretiminde rekabet iyi değildir. Aslında, kötüden de ötedir. Düpedüz kötülüktür. Doğuştan bu mevkilere gelen krallar, zararsız avareler ya da iyi adamlar olabilirler (ve eğer “deli” iseler, hanedanın mal varlığıyla ilgilenen yakın akrabaları tarafından çabucak dizginlenecek ya da gerekirse öldürüleceklerdir). Bunun tam tersine, devlet yöneticilerinin halk tarafından seçimle belirlenmesi, zararsız ya da düzgün bir kişinin en tepeye çıkmasını esasen imkânsız kılar. Cumhurbaşkanları ve başbakanlar, bir zamanlar feodal kralların yaptığı gibi, doğal aristokrat statüleri sayesinde, yani ekonomik bağımsızlıkları, üstün meslekî başarıları, ahlâkî açıdan kusursuz kişisel yaşamları, bilgelikleri ve üstün yargı ve beğenilerinin tanınmasına dayalı olarak değil, ahlâkî açıdan sınır tanımayan demagoglar olmaları sayesinde bu mevkilere gelirler. Dolayısıyla, demokrasi sadece tehlikeli kişilerin hükümetin tepesine yükselmesini âdeta garanti altına alır.
Buna ek olarak, demokrasi altında yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrım bulanıklaşır. Hatta bu ayrımın artık var olmadığı, demokratik yönetimde kimsenin kimse tarafından yönetilmediği, bunun yerine herkesin kendi kendini yönettiği yanılsaması ortaya çıkar. Buna bağlı olarak, hükümet gücüne karşı halkın direnişi sistematik olarak zayıflar. Sömürü ve kamulaştırma -vergilendirme ve yasama- daha önce halka açıkça baskıcı ve kötü görünebilirken, insanlık ne olursa olsun, bir kez herkes özgürce güçlenenlerin saflarına katılabildiğinde, bu sömürü ve kamulaştırma çok daha az kötü görünecektir ve sonuç olarak bu kötülüklerin daha da fazlası meydana gelecektir.
Bundan daha kötüsü, demokrasi altında, tüm nüfusun sosyal karakteri ve kişilik yapısının sistematik olarak değiştirilecek olmasıdır. Tüm toplum tamamen politize olacaktır. Monarşik dönem boyunca, eski aristokratik düzen hâlâ bir şekilde bozulmadan kalmıştı. Sadece kral ve dolaylı olarak onun (münhasır) sarayının üyeleri, vergilendirme ve yasama yoluyla başkalarının ve kendi mülklerinin pahasına kendilerini zenginleştirebiliyordu. Diğer herkes deyim yerindeyse kendi ayakları üzerinde durmak zorundaydı ve toplumdaki konumunu, servetini ve gelirini bir tür değer üretme çabasına borçluydu. Demokrasi altında ise bu teşvik yapısı sistematik olarak değiştirilmiştir. Eşitlikçi duygular ve kıskançlık serbest bırakılmıştır. Artık sadece kralın değil, herkesin diğer herkesi -yasama ya da vergilendirme yoluyla- sömürmesi sürecine katılım serbest bırakılmıştır. Herkes her türlü müsadereci, gaspçı, yağmacı talebi dile getirmekte özgürdür. Hiçbir şey, hiçbir talep kural dışı değildir. Bastiat’nın sözleriyle, demokrasi altında devlet, herkesin diğer herkesin zararı pahasına yaşamaya çalıştığı büyük bir kurgu hâline gelmiştir. Her kişi ve onun kişisel mülkiyeti diğer herkesin erişimine açıktır ve herkes tarafından ele geçirilebilir olmuştur.
Böylelikle, tek-kişi-tek-oy rejimi altında, servet ve gelirin yeniden dağıtımına yönelik amansız bir mekanizma harekete geçirilmiştir. Çoğunluktaki yoksunların sürekli olarak azınlıktaki varlıklılar üzerinden kendilerini zenginleştirmeye çalışacakları kaçınılmazdır. Bu, sadece tek bir varlıklılar ve tek bir yoksunlar sınıfı, yani zenginler ve fakirler sınıfı olacağı ve yeniden dağıtımın -vergilendirme ve yasalar yoluyla- zenginden fakire doğru eşit bir şekilde gerçekleşeceği anlamına gelmemektedir. Tam tersine. Zenginlerden fakirlere doğru yeniden dağıtım her zaman önemli bir rol oynayacak ve demokrasinin kalıcı bir özelliği ve dayanak noktası olacak olsa da, bunun, yeniden dağıtımın tek ve hatta baskın biçimi olacağını varsaymak saflık olur. Sonuçta, zenginler ve fakirler genellikle bir nedenden ötürü zengin ya da fakirdir. Zenginler karakteristik olarak zeki ve çalışkan, fakirler ise tipik olarak ahmak, tembel ya da her ikisi birdendir. Çoğunluğu oluştursalar bile ahmakların sistematik olarak zekice davranıp azınlıktaki zeki ve gayretli bireylerin zararı pahasına kendilerini zenginleştirmeleri pek olası değildir. Aksine, yeniden dağıtımın büyük bölümü, fakir olmayanlar grubu içinde gerçekleşecek ve aslında fakirler tarafından sübvanse edilmeyi başaranlar çoğunlukla daha iyi durumda olanlar olacaktır. (Çocukları nadiren üniversiteye giden işçi sınıfının, orta sınıfa mensup ailelerin çocuklarının eğitimi için ödeme yaptığı “ücretsiz” üniversite eğitimi sistemini düşünün!) Gerçekten de, birçok rakip taraf ve koalisyon diğerlerinin zararına kazanmaya çalışacaktır. Buna ek olarak, bir kişiyi varlıklı (yağmalanmayı hak eden) ve diğerini yoksun (yağmalanan ganimeti hak eden) yapan şeyin ne olduğunu tanımlayan birçok değişen kriter olacaktır -ve bu kriterlerin tanımlanmasında ve desteklenmesinde önemli bir rol oynayanlar ise (elbette kendilerinin de her zaman daha fazla ganimete ihtiyaç duyan yoksunlar olarak sınıflandırılacağından emin bir şekilde) entelektüeller olacaktır. Bunun yanı sıra, bireyler bir özelliklerinden dolayı kaybedip başka bir özelliklerinden dolayı kazanarak çok çeşitli varlıklılar ya da yoksunlar gruplarının üyeleri olabilirler; sonuçta bazı bireyler net kaybedenler, diğerleri ise yeniden dağıtımdan net kazananlar olarak ortaya çıkarlar.
Ancak her hâlükârda, yeniden dağıtılan şey her zaman değerli, “mal” niteliğinde iyi bir şey -mülkiyet ve gelir- olduğu için, varlıklıların çok fazla, yoksunların ise çok az şeye sahip olduğu varsayılır, ya da değerli bir şey -“mal” niteliğinde bir şey- üretmek sistematik olarak azalır ve bu durumun mutlak sonucunda, değerli bir şey elde etmeme, sahip olmama ya da üretmeme -“iyi” bir üretici olmama ya da “iyi bir mal” niteliğinde bir şeye sahip olmama- ve bunun yerine yeniden dağıtılan gelir ve servete bel bağlama ve onunla yaşama teşviki sistematik olarak artar. Kısacası, iyi insanların ve iyi mallar, değerler üreten faaliyetlerin oranı azalırken, kötü ya da o kadar da iyi olmayan insanların ve verimsiz alışkanlıkların, karakter özelliklerinin ve davranış türlerinin oranı artacak ve bunun genel sonucu olarak toplum fakirleşecek ve hayat giderek daha da nahoş hâle gelecektir.
Herkesin herkese karşı daimî demokratik mücadelesinin kesin sonucunu tahmin etmek imkânsız olsa da, bunun giderek daha yüksek vergilere, sonu gelmeyen bir yasama tufanına, dolayısıyla yasal belirsizliğin artmasına ve sonuç olarak toplumsal zaman tercihi oranında bir yükselişe, yani kısa vadeye odaklılığın artmasına (toplumun “çocuklaşmasına”) yol açacağını söylemek dışında, bu mücadelenin bir çıktısı, yani demokrasinin bir sonucu rahatlıkla öngörülebilir. Demokrasi yeni bir iktidar eliti ya da yönetici sınıfı üretir ve ortaya çıkarır. Cumhurbaşkanları, başbakanlar, parlamento ve siyasî parti liderleri bu iktidar elitinin bir parçasıdır ki onlardan daha önce özünde ahlâksız demagoglar olarak da bahsetmiştim. Ancak bunların en güçlü ve etkili kişiler olduğunu varsaymak saflık olur. Onlar çoğu zaman sadece kenarda duran ve kamuoyunun gözü önünde olmayan diğer insanların temsilcileri ve aracılarıdır. Kimin başkan, başbakan, parti lideri ve benzeri makamlara geleceğini belirleyen ve kontrol eden gerçek iktidar eliti, plütokratlardır. Muhteşem ama büyük ölçüde unutulmuş Amerikalı sosyolog William Graham Sumner’ın tanımladığı şekliyle plütokratlar basitçe süper zenginler -büyük bankacılar ve büyük işletme ve endüstri patronları- değildir. Aksine, plütokratlar süper zenginlerin yalnızca bir alt sınıfıdır. Onlar, gelecekte daha da zenginleşmek için vergilendirme ve yasama yapabilecek bir kurum olarak devletin muazzam potansiyelinin farkına varan ve bu kavrayışa dayanarak kendilerini siyasete atmaya karar veren süper zengin büyük bankacılar ve iş adamlarıdır. Devletin sizi sübvanse ederek, devlet ihaleleriyle ödüllendirerek ya da sizi istenmeyen rekabet ya da rakiplerden koruyan yasalar çıkararak hâlihazırda olduğunuzdan çok daha zengin kılabileceğinin farkına varırlar ve zenginliklerini devleti ele geçirmek için kullanmaya ve siyaseti (yalnızca iktisadî yollarla, yani ürünlerine gönüllü olarak ödeme yapan müşterilere daha iyi hizmetler sunarak zenginleşmek yerine) kendi varlıklarını daha da artırmak için bir araç olarak kullanmaya karar verirler. Kendileri siyasete karışmak zorunda değillerdir. Günlük siyasetle vakit kaybetmektense yapacak daha önemli ve kazançlı işleri vardır. Ancak, tipik olarak çok daha az varlıklı profesyonel politikacıları ya doğrudan rüşvet ödeyerek ya da profesyonel politikadaki görevlerinden sonra onları daha sonra yüksek ücretli yöneticiler, danışmanlar veya lobiciler olarak istihdam etmeyi taahhüt ederek dolaylı şekilde “satın alacak” nakit paraya ve konuma sahiptirler ve böylece siyasetin gidişatını kendi lehlerine doğru kararlı bir şekilde etkilemeyi ve belirlemeyi başarırlar. Onlar, yani plütokratlar, daimî gelir ve servetin yeniden dağıtımı mücadelesinde, yani demokraside nihai kazananlar olacaklardır. Ve onlar (ilgi odağı dışında kalan gerçek iktidar seçkinleri) ile gelirleri (ve servetleri) yalnızca ya da büyük ölçüde devlete ve onun vergilendirme gücüne bağlı olanlar (sürekli büyüyen devlet aygıtının çalışanları ve servet aktarımından yararlananlar, yani “refah devletinin sosyal yardım müşterileri”) arasında, üretken orta sınıf giderek daha fazla sıkışıp kalacaktır.
Demokrasinin savaşların yürütülmesi üzerinde de derin bir etkisi vardır. Kralların, kendi saldırganlıklarının maliyetini (vergiler yoluyla) başkalarına yükleyebildikleri için “normalden” daha saldırgan ve savaş yanlısı olma eğiliminde olduklarını daha önce açıklamıştım. Bununla birlikte, bir kralın savaş nedeni tipik olarak hanedanlar arası evliliklerden oluşan karmaşık bir ağın ve bazı hanedanların düzensiz ama her zaman tekrar eden yok oluşlarının yol açtığı bir mülkiyet-miras anlaşmazlığıdır. Şiddetli miras anlaşmazlıkları olarak monarşi savaşları sınırlı toprak hedefleriyle karakterize edilir. Bunlar ideolojik olarak motive edilmiş kavgalar değil, somut mülkler üzerindeki anlaşmazlıklardır. Dahası, hanedanlar arası mülkiyet anlaşmazlıkları olduğundan, halk, savaşı esasen kralın, bedelini kendisinin ödeyeceği özel bir mesele olarak ve daha fazla vergi artışı için yetersiz bir neden olarak görmektedir. Ayrıca, kraliyet aileleri arasındaki özel çatışmalarda halk savaşanlar ile savaşmayanlar arasında net bir ayrım yapılmasını ve savaş çabalarının özellikle ve münhasıran kralların birbirlerine ve kişisel mülklerine yönelik olmasını bekler ve krallar da buna uymaya yükümlü hissederler.
Demokrasi, kralların sınırlı savaşlarını radikal bir biçimde topyekûn savaşlara dönüştürür. Yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrımı bulanıklaştıran demokrasi, halkın devletle özdeşleşmesini güçlendirir. Demokratların aldatıcı bir şekilde propagandasını yaptığı gibi, devlet herkesin malı olduğunda, herkesin kendi devleti için savaşması ve ülkenin tüm ekonomik kaynaklarının devletin savaşlarında seferber edilmesi âdil olacaktır. Demokratik bir devletin başındaki kamu görevlileri (bir kralın yapabileceği gibi) yabancı topraklara kişisel olarak “sahip olma” iddiasında bulunamayacakları ve bulunmadıkları için, savaş nedeni bunun yerine -ulusal şan ve şeref, demokrasi, özgürlük, uygarlık, insanlık gibi- ideolojik bir motif hâlini alır. Hedefler savaşı kaybedenlerin ideolojik olarak “dönüştürülmesi” ve ardından “kayıtsız şartsız” teslim olmaları biçiminde soyut ve anlaşılması güçtür ki bu dönüşümün samimiyetinden asla emin olunamayacağı için sivil halkın imhası gibi yöntemlere başvurulması kaçınılmazdır. Aynı zamanda, savaşanlar ve savaşmayanlar arasındaki ayrım bulanıklaşır ve nihayetinde demokrasi altında ortadan kalkar ve kitlesel savaşa katılım -askere alma ve halka açık savaş mitingleri- ve “sivil zayiat” gibi hususlar savaş stratejisinin bir parçası hâline gelir.
Bu eğilimler, plütokratlardan oluşan yeni yönetici elit tabakanın yükselişiyle daha da güçlenecektir. Birinci; plütokratlar, devleti silahlandırarak, savaşta kullanılan silah ve teçhizatı üreterek ve bunu yapmak için en cömert şekilde vergilerle finanse edilen kâr ilaveli maliyet sözleşmelerini yaparak elde edilecek muazzam kârların farkına varacaklardır. Bir askerî-endüstriyel kompleks inşa edilecektir. İkincisi; sadece yerel ya da ülke içi çıkarları olan çoğu insanın aksine, süper zengin plütokratların yabancı yerlerde de, potansiyel olarak dünyanın her yerinde mali çıkarları vardır ve bu yabancı çıkarları teşvik etmek, korumak ve uygulamak için kendi devletlerinin askerî gücünü kendi adlarına yabancı işlere müdahale etmek, karışmak ya da müdahil olmak için kullanmaları doğaldır. Yabancı ülkelerdeki bir iş anlaşması bozulmuş olabilir ya da orada bir imtiyaz veya lisans kazanılmış olabilir - hemen hemen her şey kendi devletinin kendi toprakları dışında yardıma koşması ve müdahale etmesi için baskı yapmak üzere bir neden olarak kullanılabilir. Hatta bu müdahale yabancı bir ülkenin yok edilmesini gerektirse bile, silahlarının daha önce yok ettiği ülkeyi yeniden inşa etme sözleşmesini almaları koşuluyla, bu onlar için bir nimet olabilir.
Son olarak, kralların savaşıyla zaten harekete geçirilmiş olan, imparatorluk inşasına doğru artan siyasî merkezîleşmeye yol açma eğilimi, demokratik savaş yoluyla devam ettirilir ve hızlandırılır.
Her devlet bölgesel olarak küçük başlamalıdır. Bu, üretken insanların vergilendirme ve yasamadan kurtulmak için kaçmasını kolaylaştırır. Açıkçası, bir devlet üretken insanlarının kaçtığını görmekten hoşlanmaz ve topraklarını genişleterek onları ele geçirmeye ve esir tutmaya çalışır. Devlet ne kadar çok üretken insanı kontrol ederse, o kadar iyi durumda olacaktır. Bu yayılmacı arzu, diğer devletlerin muhalefetiyle karşılaşır. Herhangi bir bölgede nihai karar verme yetkisine sahip yalnızca tek bir tekel olabilir. Yani, farklı devletler arasındaki rekabet eleyici ve bertaraf edicidir. Ya A kazanır ve bölgeyi kontrol eder ya da B. Peki kazanan kim olur? En azından uzun vadede, nispeten daha üretken bir ekonomiden parazitik olarak yararlanabilen devlet kazanacak ve diğerinin topraklarını ele geçirecek ya da üzerinde hegemonya kuracak ve onu haraç ödemeye zorlayacaktır. Yani, diğer şeyler aynı olduğunda, içsel olarak daha “liberal” devletler, yani nispeten düşük vergilere ve daha az yasal düzenlemeye sahip devletler, daha az “liberal”, yani daha baskıcı devletlere karşı kazanacak ve topraklarını ya da hegemonik kontrol alanlarını genişleteceklerdir.
Emperyalizm ve siyasî merkezîleşme eğiliminin bu yeniden inşasında hâlâ eksik olan tek bir önemli unsur vardır: Para.
İster monarşik ister demokratik olsun, yasamanın bölgesel tekelcisi olarak her devlet, paranın tekelci kontrolünün sağladığı -vergilendirmenin sunduğu her şeyin çok ötesindeki- muazzam zenginleşme potansiyelini hemen fark etti. Devlet, kendisini paranın tek üreticisi olarak tayin ederek, kâğıt para gibi, neredeyse sıfır maliyetle üretilebilen, giderek daha ucuz ve nihayetinde “değersiz” bir para üreterek para arzını artırabilir ve şişirebilir ve böylece kendisine hiçbir maliyeti olmadan parasal olmayan gerçek malları “satın almasını” sağlayabilirdi. Ancak birden fazla rakip devletin, kâğıt paranın ve para biriminin olduğu bir ortamda, bu “enflasyon yoluyla el koyma veya kamulaştırma” politikasına yönelik sınırlamalar devreye girecektir. Bir devlet diğerinden daha fazla enflasyon yaparsa, parası para piyasasında diğer paralara göre değer kaybetme eğilimi gösterir ve insanlar bu değişikliklere daha enflasyonist olan parayı satıp daha az enflasyonist olanı satın alarak tepki gösterecektir. “Daha iyi” para daima “daha kötü” paraya üstün gelme eğiliminde olacaktır.
Bu durum ancak tüm devletlerin enflasyonist politikaları koordine edilir ve bir enflasyon karteli oluşturulursa önlenebilir. Ancak böyle bir kartel istikrarsız olacaktır. İç ve dış ekonomik baskılar karteli çökertme eğiliminde olacaktır. Kartelin istikrarlı olabilmesi için baskın bir uygulayıcıya ihtiyaç duyulacaktır ki bu da bizi emperyalizm ve imparatorluk inşası konusuna geri götürür. Zira askerî açıdan baskın bir devlet, bir hegemonya, konumunu eşgüdümlü bir enflasyon ve parasal emperyalizm politikası başlatmak ve uygulamak için kullanabilir ve nitekim kullanacaktır. Bu devlet, kendisine bağlı devletlere (vasal devletlere) kendi enflasyonuyla birlikte enflasyon yapmalarını emredecektir. Onlara kendi para birimini rezerv para birimi olarak kabul etmeleri için baskı yapacak ve nihayetinde tüm diğer rakip para birimlerinin yerine, dünya çapında kullanılan ve kendi kontrolünde olan tek bir kâğıt parayı geçirecek, böylece daha fazla savaş ve fetih olmadan bile sömürücü gücünü diğer bölgeler ve nihayetinde tüm dünya üzerinde genişletecektir.
Öte yandan, ahlâkî ve iktisadî ahmaklık ve çürüme hikâyemin yavaş yavaş sonuna yaklaşırken, olası bir çıkış yoluna da değinmek istiyorum: Emperyalizm ve imparatorluk inşası beraberinde kendi yıkımının tohumlarını taşımaktadır. Bir devlet dünya hâkimiyeti, tek dünya hükümeti ve kâğıt para nihai hedefine ne kadar yaklaşırsa, kendi iç liberalizmini sürdürmek ve bunun yerine zaten tüm devletlerin yapmaya meyilli olduğu şeyi yapmak, yani geriye kalan üretken insanları ezmek ve sömürülerini arttırmak için o kadar az gerekçeye sahip olur. Sonuç olarak, ilave haraç geliri kalmadığından ve iç verimlilik durgunlaştığından ya da düştüğünden, imparatorluğun ekmek ve sirklerle (Antik Roma’daki gibi uyutucu eğlenceliklerle) ilgili iç politikaları ve savaş ve hâkimiyetle ilgili dış politikaları artık sürdürülemez hâle gelir. Ekonomik kriz baş gösterir ve yaklaşan ekonomik çöküş merkezsizleşme (desentralizasyon) eğilimlerini, bölücü (separatist) ve ayrılıkçı (sesesyonist) hareketleri tetikler ve imparatorluğun dağılmasına yol açar.
Bu durumda benim hikâyemin kıssadan hissesi nedir? Mevcut dünyayı anlaşılır kılmaya, onu bir dizi birbirini izleyen ve kümülatif ahlâkî ve iktisadî hatanın öngörülebilir sonucu olarak yeniden resmetmeye, inşa etmeye çalıştım.
Tüm bunların sonuçları hepimizce bilinmektedir. Adaletin bedeli astronomik bir şekilde artmıştır. Mülk sahiplerine ve üreticilere yüklenen vergi yükü, kölelere ve serflere dayatılan yükün hafif görünmesine neden olmaktadır. Aynı şekilde devlet borçları da dudak uçuklatan boyutlara ulaşmıştır. Demokratik devletler her yerde iflasın eşiğindedir. Aynı zamanda, hukukun kalitesi de giderek kötüleşerek, evrensel ve değişmez adalet ilkeleri bütünü olarak hukuk fikrinin kamuoyundan ve vicdanlardan kaybolduğu ve yerini mevzuat veya kanunlar olarak hukuk fikrinin aldığı bir noktaya gelmiştir. Özel yaşamın, mülkiyetin, ticaretin ve sözleşmelerin her ayrıntısı giderek yükselen kâğıt dağları şeklindeki kanunlarla regüle edilmektedir. Demokratik bekçiler toplumsal, kamusal ya da ulusal güvenlik adına bizi küresel ısınma ve soğumadan, hayvanların ve bitkilerin yok olmasından ve doğal kaynakların tükenmesinden, karı kocalardan, ebeveynlerden ve işverenlerden, yoksulluktan, hastalıktan, felaketten, cehaletten, önyargıdan, ırkçılıktan, cinsiyetçilikten, homofobiden ve sayısız diğer kamusal “düşman” ve “tehlikeden” “korumaya” çalışmaktadır. Oysa hükümetin üstlenmesi gereken tek görev olan canımızı ve malımızı koruma görevini yerine getirmemektedir. Aksine, devletin sosyal, kamusal ve ulusal güvenlik harcamaları arttıkça, özel mülkiyet hakları daha fazla aşınmış, mülkiyet daha fazla kamulaştırılmış, el konulmuş, yok edilmiş ve değer kaybetmiş ve insanlar tüm korumanın temeli olan bireysel bağımsızlık, ekonomik güç ve şahsi servetten daha fazla mahrum bırakılmıştır. Ne kadar çok kâğıt üzerinde yasa üretildiyse, o kadar çok yasal belirsizlik, ahlâkî tehlike ve manevi zarar yaratılmış ve hukuksuzluk, hukuk ve düzenin yerini almıştır. Ve bizler giderek daha bağımlı, çaresiz, yoksul, tehdit altında ve özgüvensiz hâle gelirken, politikacılar ve plütokratlardan oluşan yönetici elit giderek daha zengin, daha yozlaşmış, tehlikeli bir şekilde silahlanmış ve kibirli hâle gelmiştir.
Aynı şekilde uluslararası sahneyi de biliyoruz. Bir zamanlar nispeten liberal olan ABD, sonu gelmez gibi görünen bir dizi savaşla -dünyayı demokrasi için güvenli kılacağı varsayılan ama gerçekte ABD ve plütokratlarının dünya hâkimiyeti için yapılan savaşlarla- dünyanın en önde gelen imparatorluğu ve küresel hegemonu konumuna yükselmiş, ülkelerin iç işlerine karışmış ve hâkimiyetini sayısız başka ülkeye ve onların yerel iktidar elitleri ile halklarına dayatmıştır. Dahası, dünyaya hükmeden bir imparatorluk olarak ABD, kendi para birimi olan ABD Doları’nı da başat uluslararası rezerv para birimi konumuna getirmiştir. Yabancı merkez (hükümet) bankaları tarafından rezerv para birimi olarak kullanılan Dolar sayesinde ABD sonsuza dek “gözyaşı dökmeden mali açık” verebilmektedir. Yani ABD, “eşit” ortaklar arasında normal olduğu üzere, ithalatının ihracatından sürekli olarak fazla olmasının bedelini, yurtdışına gitgide daha fazla ihracat göndermek zorunda kalarak (ihracatın ithalatı ödemesi!) ödeme durumunda değildir. Aksine: Yabancı hükümetler ve merkez bankaları, ihracat gelirlerini iç tüketim için Amerikan malları satın almak üzere kullanmak yerine, egemen ABD karşısındaki vasal statülerinin bir işareti olarak, kâğıt Dolar rezervlerini ABD devlet tahvillerini satın almak için kullanarak Amerikalıların yabancı halklar pahasına kendi imkânlarının ötesinde tüketim yapmalarına olanak sağlamaktadırlar.
Burada göstermeye çalıştığım şey, tüm bunların neden tarihsel bir kaza değil de öngörülebilir bir şey olduğudur. Elbette tüm ayrıntılarıyla değil, ama genel gelişim modeli söz konusu olduğunda, bu içler acısı sonuçlara yol açan temel hatanın, nihai karar verme yetkisinin bölgesel bir tekelde, yani bir devlette toplanması olduğu ve dolayısıyla okullarda ve standart ders kitaplarında bize anlatılan ve öğretilen, demokrasiyi insan uygarlığının en büyük başarısı olarak sunan tarihin tamamının gerçeğin tam tersi olduğudur.
O hâlde son soru şudur: “Bu hatayı düzeltebilir ve doğal aristokratik toplumsal düzene geri dönebilir miyiz?” Nihai çözüm hakkında yazmış ve konuşmuştum: Modern bir doğal düzenin -özel hukuk toplumunun- nasıl işleyebileceği ve işleyeceği hakkında ve burada size sadece özet olarak bu çalışmalara atıfta bulunabilirim.³ Onun haricinde, burada, son olarak, benim ve büyük öğretmenim Murray Rothbard gibilerinin önerdiği ve ana hatlarını çizdiği nihai çözüme -mevcut durum göz önüne alındığında- nasıl yaklaşılabileceği gibi siyasî strateji konularına kısaca değinmek istiyorum.
Daha önce de ifade ettiğim gibi demokratik sistem, özellikle 2007’den bu yana yaşanan ve hâlâ devam etmekte olan büyük mali ve ekonomik krizin de ortaya koyduğu üzere, ekonomik çöküşün ve iflasın eşiğindedir. AB ve Avro’nun başı büyük belada, keza ABD ve ABD Doları’nın da öyle. Gerçekten de Dolar’ın uluslararası rezerv para birimi olma özelliğini yavaş yavaş kaybetmekte olduğuna dair ciddi emareler var. Eski Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşünden sonraki durumdan pek de farklı olmayan bu durumda, sayısız desentralize, bölücü ve ayrılıkçı hareket ve eğilim ivme kazanmıştır ve ben bu hareketlere mümkün olduğunca fazla ideolojik destek verilmesini savunuyorum.
Çünkü bu tür desentralist eğilimlerin bir sonucu olarak, ister demokratik ister başka türlü olsun, yeni devlet yönetimleri ortaya çıksa bile, bölgesel olarak daha küçük devletler ve artan siyasî rekabet, bir devletin üretken insanları sömürmesi konusunda ılımlılığı teşvik etme eğiliminde olacaktır. Lihtenştayn, Monako, Singapur, Hong Kong ve hatta merkezî hükümet karşısında hâlâ nispeten güçlü olan küçük kantonlarıyla İsviçre’ye bir bakın. İdeal olan, desentralizasyonun bireysel topluluklar düzeyine kadar inmesi, bir zamanlar Avrupa’nın her yerinde var olduğu gibi özgür şehirlere ve köylere dönüşmesidir. Örneğin Hansa Birliği’nin şehirlerini düşünün. Her hâlükârda, buralarda yeni küçük devletler ortaya çıksa bile, sadece küçük bölgelerde, ilçelerde ve topluluklarda politikacıların ve yerel plütokratların aptallıkları, kibirleri ve yolsuzlukları halk tarafından hemen görülebilecek ve muhtemelen hızla düzeltilip tasfiye edileceklerdir. Ve sadece çok küçük siyasî birimlerde, doğal elitin üyelerinin ya da böyle bir elitten geriye kalanların, gönüllü olarak kabul edilen anlaşmazlık hakemleri ve sulh hâkimleri statüsünü yeniden kazanmaları da mümkün olacaktır.
Dipnotlar:
1. Teorik olarak, herhangi bir malın kullanımına ilişkin tüm çatışmalar önlenebilir, yeter ki her mal her zaman ve sürekli olarak özel mülkiyete tâbi olsun, yani sadece belirli kişi(ler) tarafından kontrol edilsin ve hangi şeyin kime ait olduğu, hangisinin olmadığı her zaman açıkça belli olsun. Böylece farklı bireylerin çıkarları ve fikirleri olabildiğince farklı olabilir ve yine de çıkarları ve fikirleri her zaman ve yalnızca kendi ayrı mülkleriyle ilgili olduğu sürece hiçbir çatışma ortaya çıkmaz. Dolayısıyla çatışmalar her zaman, herhangi bir zamanda herhangi bir malın özel (münhasır) sahibinin kim olduğu ya da olmadığı sorusunun cevabına ilişkin çatışmalardır. Ve insanlığın başlangıcından itibaren tüm çatışmalardan kaçınmak için, özel mülkiyetin başlangıçta nasıl kurulduğu (ve burada açık cevap şudur: daha önce sahip olunmayan kaynakların ilk ve dolayısıyla tartışmasız sahiplenilmesi yoluyla) ve mülkiyetin daha sonra bir kişiden diğerine nasıl devredilebileceği veya devredilemeyeceği (açıkçası: tek taraflı soygundan ziyade karşılıklı rıza ve ticaret yoluyla) her zaman net ve anlaşılır olmalıdır.
2. Kalıcı barışın, tüm çatışmaların potansiyel olarak önlenmesinin mantıksal gerekliliklerinin bu çözümle tam olarak karşılandığına dikkat edilmelidir. Kimin geçici olarak neye sahip olduğu ve kıt kaynaklarla ilgili rakip iddialar varsa ne yapılacağı her zaman açıktır.
3. Mises Institute Brasil’in 2011’deki konferansında “The Problem of Social Order” başlıklı bir konuşma yapmıştım. Bu konuşma Auburn, Alabama’daki Mises Institute tarafından “State or Private Law Society” adıyla yayınlanmıştır.
Comentarios