top of page

Bir Silah Olarak Psikanaliz

Murray N. Rothbard - 17.04.1980


Thomas Szasz, “terapi” ve insancıllık adı altında masumların zorla hastaneye kapatılmasına karşı verdiği cesur ve yiğitçe mücadeleden dolayı layıkıyla onurlandırılmıştır.


Ancak ben bu akşam Szasz’ın daha az bilinmesine karşın tüm çalışmalarının bütüncül sonucu olan bir mücadelesine, yani psikanalizin analistin elinde, hoşuna gitmeyen insanları, fikirleri ve grupları yerinden etmek ve canavarlaştırmak için bir silah olarak kullanılmasına karşı verdiği mücadeleye odaklanmak istiyorum. İnsanların fikirlerini veya eylemlerini kendi koşulları içinde, doğru veya yanlış, haklı veya haksız, iyi veya kötü olarak eleştirmek veya bunlarla mücadele etmek yerine, bunlar analist tarafından bir tür nevroz kaynaklı imiş gibi tanımlanır. Bunlar nevrotik ya da “hasta” insanların fikirleri ya da eylemleri olduğundan, insanların kendileri “akıl hastası” olarak kurumlara hapsedilmeyecekse de fikirleri ya da tutumları hastalıklı addedilerek aynı şekilde ele alınacaktır.


Elbette dile getirilmeyen varsayım, analistin hoşuna giden fikir ya da eylemlerin psikanalitik ya da diğer psikodinamik teoriler tarafından “tanımlanmaya” gerek olmadığı yönündedir. “Tanımlamaya” ihtiyaç duymadıkları için, normal, doğru ve iyi oldukları çıkarımında bulunulur, ancak elbette hiçbir analist, “değerden bağımsız bilim”in vücut bulmuş hâli olarak, bu tür terimleri kullanırken yakalanmaz. Çünkü böyle bir şey yapsaydı, karşısında yer alanların fikirlerini ya da eylemlerini ciddiye almak ve bunu yaparken de açık bir ahlâkî teori ortaya koymak zorunda kalırdı. Onları “hasta” ya da özgün bir şekilde “tanımlanmaya” muhtaç insanlar olarak görmezden gelemezdi.


Ünlü tarihçi Jacques Barzun, bu tür bir metodolojide uzmanlaşan yeni “psiko-tarih” disiplinine yönelik mükemmel eleştirisinde kullandığı “psikolojileştirme” terimini keskin ve etkileyici bir şekilde şöyle tanımlamaktadır:


Bir ifadeyi ya da eylemi doğrudan bir arzu ya da amacın ifadesi olarak değil, doğru yorumlandığında failden ve sıradan gözlemcilerden gizlenen bir anlamı açığa çıkaran istemsiz bir belirti olarak ele alma pratiği.¹

Psiko-tarihçilerin psikolojileştirme yönteminin, esas olarak uygunsuz bulunan, istenmeyen kişi ve gruplara karşı kullanılması tesadüf değildir. 20. yüzyılda bu muameleye en çok maruz kalan kişi Adolf Hitler olmuştur, öyle ki son yıllara kadar onu nevrotik, psikopat ya da psikotik olarak görmeyen bir Amerikalı tarihçi bulmak zordu. Elbette bu analizle ilgili sorunlardan biri, sadece Hitler ve yakın takipçilerinin değil, tüm Alman ulusunun nevrotik ya da psikotik olarak ele alınmasını gerektirmesidir. Bu sadece inandırıcılık sınırlarını zorlamakla kalmaz, aynı zamanda Alman ulusunun neden 1933’te aniden nevrotik hâle geldiklerini ve 12 yıl sonra sözde kolektif nevrozlarından hızla sıyrıldıklarını da açıklamalarını gerektirir. Muhtemelen çocuk yetiştirme yöntemleri ya da her neyse, bu dönemden önce ya da sonra radikal bir şekilde değişmemiştir. 30 yıl önce, tüm Rusların ve Japonların sözde totaliter karakterlerini tuvalet eğitimleriyle ya da erken çocukluk döneminde aşırı kundaklanmalarıyla “tanımlayan” psikanalitik antropolojik “tanımlamalar” furyası vardı; ancak o zamandan bu yana, en azından Japonlar tuvalet eğitimlerini dikkate değer bir şekilde iyileştirmiş görünüyorlar.


Adolf Hitler’in “tanımlanmasında” kullanılan psikanalitik tekniklere bir örnek olarak, psiko-tarihçilerin önde gelen savunucularından birinin kardeşi olan meşhur psikanalist Walter Langer’i gösterebiliriz. Langer şöyle açıklıyor:


Henüz çocukken [Hitler’in] anne ve babasını cinsel ilişki sırasında görmüş olması muhtemeldir. Verilerin incelenmesi bu sonucu neredeyse kaçınılmaz kılmaktadır [Barzun burada verilerin “böyle bir olayı ima bile etmeyen bazı açıklamalar” şeklinde olduğunu belirtmektedir] ve babasının karakteri ile geçmişi hakkındaki bilgilerimize göre bu hiç de olasılık dışı değildir. Bu olayla ilgili duygularının çok karışık olduğu görülmektedir.²

Psikanaliz psödo-biliminin koruması altında olmasaydı, tarihsel kanıtların bu şekilde kullanılmasının anında alay konusu olabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.


20. yüzyıl Amerikası’nda psiko-tarihçilerin en çok ilgi gösterdiği kişi Richard Nixon olmuştur. Nixon üzerine yazılmış bir psiko-tarih kitabını inceleyen Christopher Lehmann-Haupt -ki kendisi Başkan’ın hayranı değildir- The New York Times’ta şöyle yazmıştır:


Lincoln Anıtı’nda savaş karşıtı öğrencilerle şafak öncesi yaptığı sohbette Bay Nixon’ın beş yıl sonra ilk kez “üzerinde yumurta olan konserve sığır eti haşlaması” yemiş olmasının önemine gelince (“Katarsisten sonra, sözlü iletişimde kabul edilebilir kısa bir gerileme”), böyle bir içgörü psiko-tarihin gerçek müritlerini bile duraksatmaya yeter.³

Freud’un Woodrow Wilson’ı incelemesi de o kadar acımasızcadır ki, sadık Freudyenler ve psiko-tarihçiler bile bundan büyük bir utanç duymaktadır.⁴ Ve şu anda, psikodinamik silahın İran ve Afganistan’daki Müslümanların basın ve medya düzenbazlıklarında iş başında olduğunu görebiliriz. Ayetullah Humeyni ve takipçilerinin homojen bir şekilde çılgın, aşırılık yanlısı “fanatikler” olarak küçümsendiğini; ancak Afganistan’daki çok benzer ve komşu Müslüman “fanatiklerin” çıplak elleriyle Sovyet tanklarına karşı savaşan “kahraman özgürlük savaşçıları” olarak değerlendirildiklerini not edelim. Açıkçası, tüm bunlar insanların “bizim” fanatiklerimiz mi yoksa “onların” fanatikleri mi olduğuna bağlı. “Bizim” fanatiklerimiz kahramandır; “onların” fanatikleri ise psikopat.


Bu insanların hiçbirini cana yakın bulmadığımı da eklemek isterim; eminim ki ne Hitler’i, ne Wilson’ı, ne Nixon’ı ne de Ayetullah’ı akşam yemeğinde ya da kokteyl partilerinde cazip birer refakatçi olarak görürdüm. Ancak bu estetik yargılarımın, hepsini nevrotik ya da psikotik olarak nitelendiren “değerden bağımsız bir bilime” dönüştürülmesine kesinlikle izin verilmemelidir. Ayrıca, neden herkesi sevmek zorunda olayım ki?


Psiko-tarih geçmişte çoğunlukla radikal gruplara karşı bir silah olarak kullanılmıştır. Statükoya meydan okuyan herhangi bir radikal grubun, bu sebeple fikirleri ve davranışları “tanımlanması, analize tâbi tutulması” gereken deli ya da nevrotik kişilerden oluştuğu varsayılmıştır. Elbette “tanımlama” hiçbir zaman toplumda ciddi bir adaletsizlik olduğunu düşündükleri şeyi algılamış olmaları ve bunu düzeltmeye çalışmaları anlamına gelmemektedir. Adalet teorilerinin doğru olup olmadığı ise asla söz konusu edilemez. Asıl mesele, psiko-tarihçinin her zaman dolaylı olarak statükonun, her ne olursa olsun, normal olduğunu, dolayısıyla buna karşı çıkmanın nevrotik ve anormal olduğunu ve “tanımlamayı” gerektirdiğini varsaymış olmasıdır.


Radikalleri psikolojize ederek karalamanın önde gelen örneği, geleneksel tarihçilerin abolisyonistlere (“devletin aşama aşama lağvedilmesinden ziyade derhâl ilga edilmesinin yanlıları” anlamına gelen bu kavram makalenin bağlamı dâhilinde “köleliğin derhâl kaldırılması yanlıları” şeklindeki bir diğer manasıyla kullanılacaktır) yönelik muamelesi olmuştur ve bu muamele ancak son yıllarda biraz değiştirilmiştir. Köleliğin korkunç adaletsizliği olarak gördükleri şeye karşı kendilerini açık ve net bir şekilde ortaya koyan abolisyonistler, özellikle de ateşli ve sözünü sakınmayan Garrisoncu kanat, yaşamları boyunca kendilerini psiko-tarihsel istismarın yanı sıra karalamaya da maruz bırakmışlardır. Nitekim Richard Hofstadter, William Miller ve Daniel Aaron tarafından yazılan popüler kaynak kitapta William Lloyd Garrison’dan “asi” ve “nevrotik” olarak bahsedilmektedir. Hazel C. Wolf, On Freedom’s Altar, the Martyr Complex in the Abolition Movement (Özgürlük Sunağında, Kölelik Karşıtı Harekette Şehit Kompleksi) adlı açıklayıcı çalışmasında, abolisyonist Theodore Weld’i “çektiği zulümle yücelen” ve “dikenli şehitlik tacını seve seve giyen” biri olarak tanımlamaktadır. Zavallı Garrison’a ise “eşsiz olma ve dikkatleri üzerine çekme saplantısı vardı.” yorumunda bulunmuştur. Szasz’ın heyecan verici terimini kullanmak gerekirse, belki de en alçakça retorik, David Donald’ın abolisyonistlerin kölelerin serbest bırakılmasından dehşete düştüklerini, çünkü bunun onlara “amaç ve neşe” getiren bir davayı sona erdirdiğini; özgürleştirici olarak Lincoln’ün onlar için “rüyanın katili” olduğunu iddia etmesiydi. Profesör Donald, konuyu kapatmak için abolisyonist ve laissez-faire Senatörü Charles Sumner’ı iktidarsız ve gizli eşcinsel olarak karalayacak ve “Bu mutlu kutsanmış şehit, çektiği eziyetlerle büyüyüp gelişti” sonucuna varacaktır.⁵


Tüm bunların temel mesajı açıktır. Statükoda adaletsizlik gören radikaller nevrotiktir; eğer zulme uğrarlarsa, kimin umurunda, çünkü sonuçta gerçekten istedikleri buydu; ve hedeflerine ulaşıp ulaşmamaları önemli değildir, çünkü onlar hedefi değil, sadece sorun yaratan mücadelenin kendisini önemsiyorlardı.⁶


Radikalleri kendi zulümleri için suçlamak, Freud tarafından sıklıkla uygulanan bir başka tersine çevirme taktiğine benzemektedir. Nitekim Thomas Szasz’ın en sevdiğim eserlerinden biri olan ve ne yazık ki yeterince önemsenmeyen Karl Kraus and the Soul Doctors (Karl Kraus ve Ruh Doktorları; Türkçe baskısı Anti-Freud adıyla çıkmıştır) adlı eserinde Szasz, çevresindekilerden biri olan Fritz Wittels’in Freud’un parlak eleştirmeni Karl Kraus’a yönelik (Szasz’ın doğru bir şekilde adlandırdığı gibi) psikanalitik bir “karakter suikastı” gerçekleştirdiğinde Freud’un verdiği tepkiyi yazmaktadır. Freud’un tepkisi “Wittels’e bu kadar çok fedakârlıkta bulunduğundan dolayı minnettar olmak için geçerli nedenlerimiz var” şeklinde olmuştur. Szasz bu konuda şöyle diyor:


Bu, Freud’un başkalarına yönelik saldırılarında da sık sık başvurduğu karakteristik sözel hilelerinden biridir; bu “Wittels tarafından kurban edilen Kraus” şeklinde değil, “kendi kendisini kurban eden Wittels” şeklinde ifade edilmiş bir hiledir! Birinin yanına kâr kalabiliyorsa bu iyi bir taktiktir ve Freud’un da büyük ölçüde yanına kâr kalmıştır.⁷

Tüm abolisyonistler arasında psiko-tarihçiler tarafından en çok nefret edilen ve nevrotik ya da psikotik olarak suçlanan kişi ise aralarındaki en radikal kişi olan John Brown’dı. Brown sadece köleliği kınamakla kalmadı, köleliğe karşı silahlandı; bunu yaparken de insanları öldürdü. Savaşı ya da öldürmeyi nevrotik ya da psikotik olarak nitelendirmek, geçmişte ve günümüzde insan ırkının büyük bir bölümünü delilikle itham etmek anlamına gelir. Dahası, Brown acımasızdı ve mizah duygusu yoktu. Köleliğin bir günah olduğundan ve “bu toprakların kanla temizlenmesi” gerektiğinden söz ediyordu. Ama o zamanın tüm Evanjelik sofuları da benzer ifadelerde bulunuyordu. Onlar -ki bu 1830’lardan itibaren Kuzey Birleşik Devletler’deki Protestan mezheplerinin büyük bir kısmı anlamına gelmektedir- son derece dindardılar, dolayısıyla “toplumu mukaddes ve dini bütün kılmak” ve “bu toprakları günahtan arındırmak” için ellerinden geleni yapmanın kendi kurtuluşları için kaçınılmaz bir görev olduğuna inanıyorlardı.


Evanjelik sofuların çoğu ketum, mizahtan uzak insanlardı ve günah tanımları ne yazık ki köleliğe karşı liberteryen bir düşmanlığın çok ötesine geçiyordu; şeytanın içkisi alkol, kumar, Şabat gününün ihlali ve Roma Katolik Kilisesi’ne üyelik onların gözünde neredeyse kölelik kadar günahtı ve kölelik aradan çıktıktan sonra, bu sofuların çoğu gerekirse güç kullanarak ülkeyi bu faaliyetlerden de arındırmaya kararlıydı. Dolayısıyla, daha önce de söylediğim gibi, bu insanların hiçbiri, ne William Lloyd Garrison, ne de John Brown, kokteyl partilerinde cazip birer refakatçi veya konuk olamazlardı. Ancak bu onları “nevrotik” ya da “hasta” yapmaz; onlar sadece günah ve adaletsizlik konusunda kararlı ve azimli adamlardır, bu konularda da bazılarına katılırım, bazılarına ise kesinlikle katılmam.


John Brown’ın Harper’s Ferry’ye yaptığı baskın da onu bir deli olarak nitelendirmez çünkü baskın açıkça başarısız olmuştur. Brown’ın baskını, gerilla savaşının mantıklı teorilerine ve özellikle de liberteryen Lysander Spooner tarafından bir yıl öncesinde ortaya konan bir plana dayanıyordu. Fikir, dramatik ve çok ses getiren bir baskınla silahları ele geçirmek ve ardından tepelere çıkıp Güney’de şimdi guerilla foco dediğimiz, firari köleleri çekecek ve köle sahiplerine gerilla baskınları için bir üs olarak kullanılabilecek, ya çok sayıda köleyi serbest bırakarak ya da efendileri rehin alarak onları köleleri serbest bırakmaya zorlayacak bir yapı oluşturmaktı.⁸


Genel olarak, radikaller psiko-tarihçiler tarafından Ödipal sorunları olan, “babaya” karşı çözülmemiş düşmanlıkları nedeniyle Devlet’e ya da çağdaş kurumlara saldıran insanlar olarak değerlendirilmektedir. Ancak neyse ki psikanaliz, bizim kullanabileceğimiz karşı bir hamle olarak tu quoque ya da “sen bambaşkasın” anlayışında bir silah da sunuyor. Çünkü radikaller her zaman şu karşılığı verebilir: “Hayır, sen Devlet’i ve mevcut statükoyu savunurken nevrotik bir şekilde babana bağımlısın!” Bana öyle geliyor ki her iki saçmalık kümesi de birbirini ortadan kaldırır ve böylece hepimiz esas meselelere dönebiliriz.


Bu karşı hamlenin mevcudiyeti, psikanalizin diğer determinist inançlarla paylaştığı metodolojik zayıflığın bir parçasıdır. Çünkü tüm determinist inançlar, deterministin belirlenmiş sistemden sihirli bir şekilde muaf olduğunu ve en azından özgür iradeye ve gerçeği öğrenme yeteneğine sahip olduğunu örtük olarak varsayar.


Jacques Barzun’un işaret ettiği gibi:


Psiko-tarihçiler başkalarının, vizyonu çarpıtan ve tuhaf davranışlara zorlayan bilinçdışı güçler tarafından hareket ettirildiğini görürler, ancak kendilerini aydınlığın ve muhakemenin saf aktarıcıları olarak varsayarlar. Neden onların kişiler ve olaylar hakkındaki görüşleri de bulanık ve çarpık olmasın ve yorumları onlara kanıta dayalı nedenlerden ziyade karanlık ihtiyaçlar tarafından dayatılmasın?⁹

Ya da Kraus’un umutsuzca hayıflanarak ifade ettiği gibi: “Psikoloji hakkında bir şey iddia eden bir kişiyi, kendi bilinçaltında gerçekten de söylediğinden oldukça farklı bir şeyi kastettiğine ikna edebilirsem ancak o zaman tatmin olurum.”¹⁰


İndirgemeci psikanalitik karalama sadece özellikle uyumsuz bireylere ya da radikal kişi ve gruplara karşı kullanılmamıştır. Çoğu zaman sanatın ve yaratıcılığın kendisine yönelik neredeyse kozmik ve sistematik bir saldırı olarak kullanılmıştır. Karl Kraus psikanalizin bu saldırı sürecini isabetli bir şekilde çanak-çömlekleri lazımlık olarak görmek ve kullanmak olarak adlandırmaktadır.


Böylece Norman O. Brown, Martin Luther’in Tanrı’nın “hakkaniyetinin” anlamı hakkındaki meşhur vahiysel kavrayışını, hayat boyu süren kabızlıktan kurtulmak için anlık bir rahatlamaya indirgemede psikanalitik sürüye öncülük etmiştir. Diğer şeylerin yanı sıra bu, sayısız milyonlarca nev-i şahsına münhasır bireyin düşünce ve eylemlerini bir avuç sözde çocukluk nevrozunun permütasyon ve kombinasyonlarına indirgemenin yanlışlığını göstermektedir. Sonuçta, insanlık tarihinde milyonlarca kabız insan olmuştur; ancak yalnızca bir tane Martin Luther yaşamıştır. Dahası, Luther’in aslında bu vahiysel kavrayışa helada değil, bir kuledeki odasının çalışma masasında oturduğu ve ders notlarını hazırladığı sırada ulaştığı ortaya çıkmıştır.¹¹ Ancak eminim ki bu gerçek gibi önemsiz bir ayrıntı, Luther’in kavrayışına dair Freudyen “romantik” ve biraz da kara mizahlı bakış açısını, hiç zora sokmayacaktır.


Benzer şekilde Karl Kraus’un, Richard Wagner’in Uçan Hollandalı’sının “küçük bir çocukken babası kadar büyük olma... babasının yaptığını yapma arzusuyla” yaratıldığı yönündeki psikanalitik hükme karşı sert çıkışları vardır. Kraus, “psikologların aynı arzuların tüm küçük erkek çocuklarının zihninde gizlendiğinde ısrar ettiklerini”, ancak “sonuçta dünyadaki tüm erkekler arasında yalnızca birinin, yani Wagner’in bu eseri yarattığını” belirtiyor. Kraus alaycı bir şekilde devam ediyor: “Diğerlerinin çoğu, babaları gibi olma arzuları yüzünden borsacı ya da avukat, tramvay kondüktörü ya da müzik eleştirmeni oldular. Kahraman olmayı hayal edenler ise pek tabii ki psikolog oldular.”¹²


Freud, kendi eserleri arasında en çok Leonardo da Vinci üzerine yazdığı meşhur makalesine hayranlık duymuştur.¹³ Barzun’un da belirttiği gibi, Freud’un Leonardo’yu incelemesi “psikanalitik yorumun başka hiç kimsenin görmediği şeyleri ortaya çıkarabileceğine dair bir model olarak ... sıklıkla alıntılanmaktadır.”


Ancak, Barzun’un yorumladığı gibi, Freud’un


(1) Leonardo’nun homoseksüel olduğu, çünkü babasının onu annesine terk ettiği ve böylece tek yönlü (efemine) bir ilişki kurmayı teşvik ettiği (ancak babanın terk edişi iddiası kesin değildir ve böyle bir tanısal olayın, anahtar bir İtalyanca sözcüğün yanlış çevrilmesi nedeniyle yanlış olduğu gösterilmiştir); ve (2) Leonardo’nun bir sanatçı olarak alışkanlıklarının -örneğin başladığı işi bitirememesinin- bu tartışmalı cinsel gelişimden kaynaklandığı şeklindeki hükümleri güvenilmezdir. Burada determinizm, örneğin iki ebeveynle büyümüş ve coşkun bir heteroseksüel olmasına rağmen eserlerini bitirmekte zorlanan Goethe gibi ilk aykırı örnekte yıkılmaktadır.¹⁴

Goethe’den bahsetmişken, Freud tarafından bu büyük adamın toplu eserlerinin, mastürbasyon dürtüsüne yönelik bir “kendini gizleme aracı” olarak görülüp küçümsenmesine de değinelim. Goethe’nin Sihirbazın Çırağı’nı mastürbasyon dürtüsünün bir kanıtı olarak ele alıp aşağılamış bir Freudyeni kınayan Kraus, bu ifadenin “ahlâkî alçaklığına” sert bir şekilde saldırmış ve ardından şöyle devam etmiştir: “İnsan çaresizlik duygusuyla fark ediyor ki, herkes mastürbasyon yapsa bile, yine de herhangi başka bir Sihirbazın Çırağı ortaya çıkmayacaktır.”


Kraus, bu psikanalitik taktiği, “Goethe’nin Sihirbazın Çırağı adlı eserinin bir tedavi olduğunu bildiği için artık daha büyük huzur ve umutla mastürbasyon yapmaya devam edebilecek” olan “zayıf karakterli kişiye” “ruhsal sakinleşme” sağladığından ötürü alaycı bir şekilde alkışlamaktadır.¹⁵


Kraus’un “ruhsal sakinleşme” ile ilgili tespiti bana uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bir noktayı hatırlattı. Psikanalistler hepimizi, dayanılmaz derecede böbürlenen, kibirli insanların sadece görüntüde küstah ve özgüvenli oldukları fikrine ikna ederler: Aslında bu küstahlığın, derinlerdeki çekiniklik ve aşağılık duygularının maskesi olduğu konusunda yatıştırıcı bir telkine maruz bırakılırız. Benzer şekilde, zayıf ve mutsuz insanlar ya da diyet yapmaktan muzdarip kişiler, analistler tarafından şişman insanların sadece neşeli ve mutlu göründükleri; bu neşeli görüntünün aslında sadece perişanlık ve umutsuzluk için bir maske olduğu konusunda rahatlatılırlar.


Ancak, bu tersine çevirme ilkesi, görünüş ve gerçeklik arasındaki bu geçiş neden her iki yönde de işlemesin? Yani, sözde korkak ve tereddütlü insanların görünüşteki çekingenliklerinin, cesur özgüvenleri için sadece bir maske olduğunu neden söyleyemiyoruz? Ya da birçok sıska insanın görünüşteki ıstırap ve mutsuzluğunun, onların neşe ve refahını maskeleyen bir maskeden ibaret olduğunu?


Ünlü filozof Donald Williams, psikanalitik yönelimli filozof Morris Lazerowitz’in sevmediği ya da anlamadığı tüm felsefeleri ve filozofları karalayıp tahrip etme girişimine yönelik parlak ve keskin eleştirisi sırasında benzer bir noktaya değinmektedir. Lazerowitz, mutlak idealizm filozoflarının yalnızca kendilerini yetersiz hisseden, yaşayan ölüler olduklarını “hem gizlemeye hem de dile getirmeye” çalışan insanlar olduğunu iddia etmişti.


Williams şöyle yorumluyordu:


Bir tarihçinin Viktoryen yeni-Hegelcilik çağına atfedeceği en son nitelik intihara meyilli özgüvensizlik olacaktır; ve Eleacılar, Stoacılar, Vedantacılar, Spinozacılar, Hegelciler, Transandantalistler ve Hıristiyan Bilimciler de dâhil olmak üzere genel olarak mutlak idealistler, ölü olmayı bir dezavantajdan çok bir avantaj olarak gören, neredeyse rahatsız edici derecede kayıtsız ve hikmet sahibi bir güruh gibi görünmüşlerdir. Bu görkemli tavrın bir aşağılık duygusunu gizleyebileceğini söylemek Bay Lazerowitz’in taraftarlarına serbesttir, ancak bu türden bir gizleme metodolojisinin en büyük dezavantajı, bizim tarafımızın mutlak idealistlerin içsel durumlarının aslında dış görünüşlerinden bin kat daha kayıtsız olduğu konusunda ısrar etmesine de aynı derecede izin vermesidir.¹⁶

Lazerowitz’in taktikleri öğreticidir. Böylece, Spinoza’yı yıkarken, Spinoza’nın her olayın bir nedeni olduğu yönündeki kavrayışının zorunlu bir gerçek olduğu görüşüne büyük bir vurgu yapar. Spinoza’nın Aristoteles’ten itibaren büyük bir felsefî ve bilimsel geleneğin içinde yer aldığı gerçeğini rahatlıkla görmezden gelen Lazerowitz, bu inancı kendinden emin bir şekilde Spinoza’nın sözde anksiyetesine (hiçbir bağımsız tarihsel kanıta dayanmayan bir anksiyeteye), babasının onun dünyaya gelmesindeki şüpheli rolüne bağlamaktadır. Ancak Williams’ın işaret ettiği gibi, Spinoza daha önceleri farklı bir metafiziği benimsemiş ve bu görüşü sadece belirli bir filozofu, Hasdai Crescas’ı okuyarak seçmiştir.


Williams’ın belirttiği gibi, “Spinoza’nın çocukluğuna dair gerçekler hakkında kesin olan bir şey varsa o da metafiziğini değiştirdiğinde çocukluğunun değişmemiş olduğudur.”¹⁷ Ya da Sidney Hook’un işaret ettiği gibi, Bertrand Russell ve John Dewey gibi filozoflar “yaşamları boyunca felsefî görüşlerini keskin bir şekilde değiştirmişlerdir... [Ancak] sadece bir çocukluk geçirdikleri ve kişilik yapılarının değiştiğine dair hiçbir kanıt olmadığı için, psikoloji ve özellikle de psikanaliz, sahip oldukları herhangi bir felsefî doktrini açıklamak için bebekken içtikleri süt kadar alâkasız görünmektedir.”¹⁸


Spinoza’ya geri dönecek olursak, Williams, Spinoza’yı baş şüpheci David Hume ile karşılaştırırken büyüleyici bir noktaya değinir:


İspanyol-Hollandalı Yahudilerin ve küçük İskoç çiftlik sahiplerinin evleri arasındaki farkların genel bir değerlendirmesi, nedensel yasanın gerekliliğini şiddetle reddeden Hume’un insan üremesinin ilkeleri ve pratiği hakkında Spinoza’dan daha az tatmin edilmemiş meraka sahip olduğuna dair net bir kanıya varmamızı sağlamaz... Ancak Spinoza’nın doğrusal nedensellik doktrinine Freudyen bir yorum getirmemiz gerekirse, Bay Lazerowitz’in esas alıntısından hemen önceki 36. önermesinin olayların nedenleri olması gerektiğini değil, etkileri olması gerektiğini beyan ettiğini, dolayısıyla Spinoza’nın bir bebeği olup olmayacağından ziyade bir babası olup olmadığını merak ediyor olma ihtimalinin çok daha düşük olduğunu gözlemlemeliyiz.¹⁹

Sidney Hook, filozofların yanı sıra radikal grupların psiko-tarihleri için de geçerli bir noktaya işaret ederek, “felsefî inançları psikolojik mizaç ve/veya çocukluk deneyimiyle ilişkilendirmeye veya açıklamaya yönelik tüm girişimlerin” “her felsefe sistemine en farklı mizaç ve psikolojik geçmişe sahip bireyler tarafından hararetle inanıldığı” gerçeğiyle yenilgiye uğratıldığını belirtmektedir. Ancak belki de Donald Williams, Lazerowitz’i detaylı bir şekilde inceledikten sonra şu sonuca vardığında her şeyi açıkça ortaya koymuş olmaktadır:


Psikanaliz... okuyucunun anlayabileceği kadarıyla, gizli amaca uygun bir analoji kuralı ya da zıtlıklar kuralı sağlayacaktır; herhangi bir biyografi parçasını herhangi bir nevrozun tanığı olarak ve herhangi bir nevrozu herhangi bir felsefenin kaynağı olarak kabul edecek, farklı nevrozların aynı felsefeyle eşleştirilmesine ve tersine, sadece farklı durumlarda değil, aynı durumda da izin verecektir; ve sanki bu yeterince kapsamlı değilmiş gibi, psikanaliz taraftarının gerektiğinde semptomları, nevrozları veya felsefeleri icat etmesine izin verir.²⁰

Psiko-tarih tartışmamızı Jacques Barzun’un psiko-tarihin başat dergisi olan The History of Childhood Quarterly’deki “‘Çocukluk ve İncil’ ... İncil’in neden aile içi mücadelenin tutarlı bir hikâyesi olduğunu tartışıyor ve Batı tarihinin, tam tersinden ziyade, çocukluk tarihinin bir parçası olarak tanımlanmasının daha faydalı olup olmayacağını soruyor” şeklindeki açıklamasıyla sonlandırabiliriz. Barzun, Batı medeniyetinin bu şekilde özetlenmesinin “(yetişkinliğin anlamını ortadan kaldırarak) çocukluğun anlamını ortadan kaldırdığını ve İncil’in (içeriğini yatağın ve beşiğin yan etkilerine indirgeyerek) hem dinî hem de tarihsel önemini yok ettiğini” söylemektedir. Barzun’un da belirttiği gibi, psiko-tarihçilerin çabaları “açıkça tarihi ve medeniyeti, insan hatalarını ve başarılarını düşünmek yerine bunlardan kurtulmaktır.”²¹


Sanat ve edebiyat üzerine Karl Kraus, “Psikanalizin nihai amacı sanatı zihinsel zayıflığa bağlamak ve sonra da bu zayıflığın izini analitik dogmaya göre ortaya çıktığı noktaya, yani tuvalete kadar sürmektir” sonucuna varırken pek de yanılmış sayılmaz.²² Ve Kraus’un psikanalizcilik vebasına karşı daha genel ve oldukça heyecan verici bir reçetesi var: “Dehayı patolojikleştiren sinir doktorlarının kafaları, dehanın toplu eserleriyle ezilmelidir.”²³


Bir iktisatçı olarak, Freudyen bilinçaltından geldiği iddia edilen mesajlar kadar maskelenmiş olan iktisadî etkilere bakmak üzere eğitildiğimi belirterek sözlerime son veriyorum. Bana göre ünlü Watergate Skandalı’nın en öğretici ve aydınlatıcı anı, Bob Woodward’ın kafası karışmış ve ümitsizliğe kapılmış bir hâlde, elindeki tüm ipuçlarını ve bulguları boşa çıkararak akıl hocası Deep Throat’a (Mark Felt) son kez gittiği ve yardım için yalvardığı andı. “Gözünü paradan ayırma”, gizli kapının kilidini açan sihirli cevaptı. Bazen hasta ve terapistin birbirine karıştığı ve devasa bir yığın hâline geldiği kafa karıştırıcı dünyamızda, gözümüzü “kimden-kime” sorusundan ayırmamak çoğu zaman faydalı olur: “Para kimin cebinden kimin cebine akıyor?”


Psikanaliz bir silah olarak genellikle uzun yeşilin (dolarların) çoğunu elde etmek için kullanılabilir. Merhum Eugene Burdick bir keresinde üniversitede psikanalize duyduğu hayranlığı nasıl iyi kullandığını yazmıştı. Oda arkadaşından kendisine borç para vermesini ister, oda arkadaşı bunu reddeder, hemen ardından Burdick de psikanalitik silahlarını çıkarır ve oda arkadaşının reddini her zamanki alçakça üslubuyla “analize tâbi tutup tanımlardı”.


Oda arkadaşı bu psikanalitik iddiaları şiddetle reddettiğinde, Burdick ünlü Freudyen silahı olan “direnç teorisi” ile saldırırdı.


“Aha! İnkârının yoğunluğu benim haklı olduğumu gösteriyor!”


Buna “tura gelirse ben kazanırım, yazı gelirse sen kaybedersin” taktiği diyebiliriz (her hâlükârda karşı taraf kaybedecektir). Talihsiz arkadaşı psikanalitik iftirayı hararetle değil de sakince reddederek karşılık vermeyi denediğinde ise Burdick zafer kazanmışçasına “Aha! İşte biz buna ‘kontrol’ diyoruz, bu direnmekten bile daha kötü” diye karşılık verdi.


Tabii ki oda arkadaşı her zaman paraları sökülürdü.


Bunun münferit bir örnek olduğu düşünülmesin diye, yakın zamanda çıkan bir haberle iddiamı destekleyeceğim:


Psikanalist William Sulzer, hastalarının suçluluk duygusunu onları paralarından mahrum bırakarak hafifletti. İddiaya göre en az 15 hastasından tek seferde 91.000 dolara varan meblağlarda 275.000 dolar borç almıştı... Şikâyetlerle açılan soruşturmada belirtildiğine göre Sulzer 1970 yılında terapistliğe başlamış ancak üç yıl içinde para sıkıntısı çekmeye başlamış... Başsavcı Yardımcısı Melvyn Leventhal’ın sözleriyle “Sulzer çok lüks yaşıyordu, gösterişli ve heyecan verici bir yaşam tarzı vardı.” Görünüşe göre saati 50 dolar olan terapist, bu yaşam tarzının yarattığı para sıkıntısının çözümünün her gün ofisinin kapısından içeri girmekte olduğuna kanaat getirmişti. Hastalarını, çoğu zaman faizsiz olarak binlerce dolar borç vermeye nasıl ikna etti? Bu en büyük gizemlerden biriydi,” diyor Leventhal.²⁴ “Bir ya da iki hastanın parayı idare etmek, aşırı harcama yapmak gibi sorunları vardı ve onları kendisine borç vermelerinin iyi bir terapi olacağına ikna etti.” Şikâyete göre, hastalar genellikle tüm terapi seanslarını borç pazarlığı yaparak ve paralarını geri almaya çalışarak geçiriyorlardı. Leventhal, bazı hastaların “borç işlerinden kaynaklanan kaygı ve stresi” hafifletmek için başka bir yerde tedaviye ihtiyaç duyduğunu söyledi. Leventhal, Sulzer’in kabahat işlediğini reddetmesine rağmen, tekrar denemesi hâlinde mahkemeye itaatsizlikle suçlanabileceğini ve muhtemelen hapse atılabileceğini söyledi. Peki hâlâ terapist olabilir mi? Elbette, dedi savcı.

Elbette.


Dipnotlar:

1. Jacques Barzun, Clio and the Doctors: Psycho-history, Quanto-History, and History, (Chicago: University of Chicago Press, 1974), s. 7 vd.

2. Walter C. Langer, The Mind of Adolf Hitler, (New York, 1972), s. 151.

3. Christopher Lehmann-Haupt, The New York Times, 11 Mayıs 1972; aktaran Barzun, Clio and the Doctors: Psycho-history, Quanto-History, and History, s. 84 vd.

4. Paul Rozen, “Freud and Woodrow Wilson,” ed. Sigmund Freud, (Englewood Cliffs, N.J., 1973), s. 168 vd.

5. Richard Hofstadter, William Miller ve Daniel Aaron, The American Republic (Englewood Cliffs, N.J., 1959), I, s. 463; Hazel C. Wolf, On Freedom’s Altar, the Martyr Complex in the Abolition Movement (Madison, Wisc, 1952), ss. 3-4; David Donald, Lincoln Reconsidered (New York, 1956), ss. 36, 61; David Donald, Charles Sumner and the Coming of the Civil War (New York, 1961), ss. 176, 290, 295, 336. Özellikle Fawn M. Brodie, “Who Defends the Abolitionist?”, M. Duberman, ed., The Antislavery Vanguard: New Essays on the Abolitionists (Princeton: Princeton University Press, 1965), ss. 63-67; ve Bertram Wyatt-Brown, “William Lloyd Garrison and Antislavery Unity: A Reappraisal,” R. Swierenga, ed., Beyond the Civil War Synthesis: Political Essays of the Civil War Era (Westport, Conn.: Greenwood Press, 1975), ss. 309-310.

6. Kendisi de radikal ama psikanalitik yönelimli bir tarihçi olan Profesör Duberman, abolisyonistleri psiko-tarihçilerin karalamalarına karşı savunmaya çalışırken, abolisyonistlere karşı kendi indirgemeci psikolojisine saplanıp kalmaktadır. Martin Duberman, “The Northern Response to Slavery”, Anti-Slavery Vanguard içinde, s. 407 vd.

7. Thomas Szasz, Karl Kraus and the Soul-Doctors: A Pioneer Critic and His Criticism of Psychiatry and Psychoanalysis (Baton Rouge, la.: Louisiana State University Press, 1976), s. 35. Freud’un yanıtı H. Nunberg ve E. Federn, ed. Minutes of the Vienna Psychoanalytic Society (New York: International Universities Press, 1967), II, s. 391.

8. Wyatt-Brown, “William Lloyd Garrison and Antislavery Unity: A Reappraisal,” ss. 321-322.

9. Barzun, Clio and the Doctors: Psycho-history, Quanto-History, and History, s. 48.

10. Szasz, Karl Kraus and the Soul-Doctors: A Pioneer Critic and His Criticism of Psychiatry and Psychoanalysis, s. 114.

11. Quentin Skinner, The Foundations of Modern Political Thought (Cambridge: Cambridge University Press, 1978), II, s. 7.

12. Szasz, Karl Kraus and the Soul-Doctors: A Pioneer Critic and His Criticism of Psychiatry and Psychoanalysis, ss. 112-113.

13. A.g.e., s. 45.

14. Barzun, Clio and the Doctors: Psycho-history, Quanto-History, and History, s. 51.

15. A.g.e., s. 113-114.

16. Donald C. Williams, “Philosophy and Psychoanalysis,” Sidney Hook, ed., Psychoanalysis, Scientific Method, and Philosophy (New York: Grove Press, 1959) içinde, ss. 175-176. Lazerowitz’in kısmen tu quoque ya da “sen bambaşkasın” anlayışını kullanan mükemmel bir eleştirisi için bakınız K. Daya, “Some Considerations on Morris Lazerowitz’s The Structure of Metaphysics” Mind, XXVII (1958), ss. 236-243.

17. Donald C. Williams, “Philosophy and Psychoanalysis,” ss. 176-177.

18. Sidney Hook, “Science and Mythology in Psychoanalysis,” Psychoanalysis, Scientific Method, and Philosophy içinde, s. 223.

19. Donald C. Williams, “Philosophy and Psychoanalysis,” s. 177.

20. A.g.e., ss. 177-178.

21. Barzun, Clio and the Doctors: Psycho-history, Quanto-History, and History, s. 84.

22. Szasz, Karl Kraus and the Soul-Doctors: A Pioneer Critic and His Criticism of Psychiatry and Psychoanalysis, s. 114.

23. A.g.e., s. 113.

24. Hal Davis, “The Shrink Who Left His Patients Short,” The New York Post, (2 Nisan 1980), s. 8.


 

Murray Newton Rothbard, 2 Mart 1926’da New York’ta doğmuş ve 7 Ocak 1995’te aynı şehirde hayatını kaybetmiş bir Amerikan ekonomist, tarihçi, filozof, yazar, hukuk ve siyaset teorisyenidir. Özellikle Anarko-kapitalizm felsefesini harmanladığı Avusturya İktisat Okulu ile ilişkilendirilir. Rothbard, Ludwig von Mises’in en önde gelen öğrencisi olarak Avusturya İktisat Okulu’nun üçüncü jenerasyonunun da başını çekmiş ve Mises’in öğretilerine sadık kalarak, serbest piyasa ekonomisi, bireysel özgürlük ve devletsizlik gibi temel etik ilkelere çok önemli katkılarda bulunmuştur. Rothbard, Mises’in magnum opus’u olan Human Action (İnsan Eylemi) adlı eserindeki fikriyatı genişlettiği 1962 tarihli Man, Economy, and State (İnsan, İktisat ve Devlet) adlı eseriyle Avusturya İktisat Okulu’nun fikirlerini daha geniş kitlelere tanıtmıştır. Bu eserinin içine daha sonra kattığı Power and Market (İktidar ve Piyasa) adlı kapsamlı ek ile Anarko-kapitalizmin felsefî temellerini kurmuştur. Rothbard, bu kitapta, piyasanın her türlü faaliyeti barışçıl ve sorunsuz yönetebileceğini ve devletin müdahalesinin, hatta salt varlığının piyasanın işleyişini bozduğunu savunmuştur. Ayrıca Rothbard, ABD’deki Liberteryen Parti’nin kurucuları arasındaydı ve birçok kesimden insanı etkileyerek liberteryenizme kazandırdı. Ancak, Rothbard’ın felsefesi ve özellikle Anarko-kapitalizm yaklaşımı, eleştirmenleri tarafından radikal ve uygulanamaz olarak nitelendirilmiştir. Yine de Rothbard’ın radikalizmi, onun temel felsefesi olan özgürlükçü düşüncenin sonuçlarından kaynaklanmaktaydı ve özgürlükçü bir düzenin ancak radikal bir şekilde uygulanmasıyla gerçekleşebileceğine inanmaktaydı. En önemli çalışmalarından olan “Anatomy of the State” (“Devletin Anatomisi”) adlı makalesinde de belirttiği üzere devletin özgürlüklere müdahalesini sınırlandırmak için sadece belirli düzenlemeler yapmak yeterli değildi; devletin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyordu. Nitekim devletin varlığı bile özgürlükleri sınırlandırmak ve gasp etmek anlamına geliyordu.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu makale, Asclepius At Syracuse: Thomas Szasz, Libertarian Humanist (Asclepius Syracuse’da: Liberteryen Hümanist Thomas Szasz) adlı konferansta Murray Rothbard’ın yaptığı açılış konuşmasının 13.10.2006 tarihinde Mises.org’da “Psychoanalysis as a Weapon” başlığıyla yayınlanan versiyonunun tercümesidir.
317 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page