Gary Galles - 03.09.2021
Hiç kimse başkalarının talihsizliğinden kazanç sağlamamalıdır.
Bu tür söylemleri, herhangi bir yerde acil bir durum veya felaket yaşandığında ya da birileri tarafından gerekli veya “ihtiyaç duydukları” bir şey olarak görülen bir hizmet söz konusu olduğunda pek çok kez duydum ve okudum.
O nedenle, The Freeman’ın 1963 yılı Kasım sayısında Leonard Read’in “To Alleviate Misfortune” (Talihsizliği Hafifletmek) başlıklı makalesinin başında şu ifadeyi bulduğumda, tam da bir alıntının tasarlandığı şekilde işlev görerek beni içine çekti. Ve okuduğum şey, empati duygusuna sahip hiç kimsenin farklı bir görüşe sahip olamayacağı varsayımıyla birçok kez tekrarlananlardan kesinlikle daha iyi düşünülmüştü.
Sosyalistler... kötü durumu, felaketi, talihsizliği her hâlükârda kamulaştırma ve dolayısıyla sosyalizmin tesisi için bir argüman olarak kullanacaklardır... [Ancak] bu “akıl yürütmeye” kapılmamamız elzemdir.
Read’in temel gerekçesi, özel mülkiyet haklarını ve piyasadaki gönüllü işbirlikteliği savunmaya yönelik kaygan zemin argümanının ilginç bir versiyonudur.
Sosyalizmin sıkıntıyı hafifletmek için geçerli bir araç olduğunu kabul ettiğimizde, yaşanan sıkıntı ne kadar ciddi olursa olsun, sosyalizmin tüm faaliyetlerde geçerliliğini onaylamış oluruz.
Öyle görünüyor ki, bir kriz ya da acil durumda olduğu gibi, alışılmadık bir şekilde kıt olan bir şey, özellikle de sadece istediğimiz değil ihtiyacımız olduğu iddia edilen bir şey söz konusu ise, o zaman mevcut olanı en iyi şekilde kullanmak olağan durumdan daha da önemli görülebilir ve bu durum, devleti ele geçirmek için bir neden olduğunu kabul etmekten ziyade, beceriksiz ve verimsiz devlet tahsis mekanizmalarına karşı piyasa mekanizmaları için daha da güçlü bir gerekçe oluşturur.
Kârı ya da kazanç beklentisini ilaç tedarik etmek, hastalıkları gidermek ya da talihsizliklere çare bulmak için uygun bir neden olarak görmediğimizde, herhangi bir ekonomik amaca ulaşmak için de kârı uygun bir neden olarak görmememiz gerekir.
Read iddiasını çok az kişinin aklına gelebilecek bir örnekle ortaya koyuyor: elektrikli aletler.
Talihsizliğin kapsamını düşünün. Doğru, hastalık bir talihsizliktir, tıpkı ilaçların bulunamaması gibi. Ancak... bağımlı hâle geldiğimiz herhangi bir mal ya da hizmetin yokluğu da talihsizlik olarak nitelendirilebilir. Tüm elektrikli aletlerin ortadan kalktığını düşünün. Bu... felaket olurdu... Elektrikli aletlere olan bağımlılığımız öyle bir boyuttadır ki, ortadan kalkmaları hâlinde çoğumuz yok oluruz. Ancak ortadan kalkma olasılığı (ve bunu takip edecek kaçınılmaz kitlesel acı ve ölüm) devlete ait ve devlet tarafından işletilen bir elektrikli alet endüstrisinin kurulmasını gerektirir mi?
Bunun üzerine Read, daha önce hiç düşünmediğim ilginç bir soru soruyor: Ortaya koyduğumuz neredeyse her ekonomik çaba, kaçınılmaz bir kıtlık dünyasında bir tür talihsizlik ya da zorluktan kaçınma çabası değil midir? Örneğin, evsizlikten veya açlıktan kaçınmak ya da hastalıklarla mücadele etmek için gereken kaynaklara sahip olmak amacıyla rutin olarak çalışmıyor muyuz?
Ekonomik açıdan bakıldığında, insan dünyevî günlerini şu ya da bu tür talihsizliklerden kurtulmak ve bunlara karşı kendini güvence altına almak için çalışarak geçirir. Kötü durum, biz ondan kurtulmayı başardığımız zamanlara kadar bizim kaderimizdir. Bir disiplin olarak ekonomi, mal ve hizmet kıtlığının üstesinden gelmenin yollarıyla ilgilenir ve hangi mal ya da hizmetin kıt olduğu zerre kadar önemli değildir.
Sonuç olarak, ekonominin ilkeleri diğer her şey için olduğu gibi kriz ve felaketler için de geçerlidir. Ve bu ilkeler, “şu anda hararetli bir çekişme içinde olan iki sistemin, ekonomik talihsizliklerin üstesinden gelmek için uygun araçlar olarak ileri sürüldüğü” gerçeğini değerlendirmemize ışık tutmalıdır.
İlki, sıradan bir gözlemciye göre, bir sistemden çok kaosa benziyor. Temel ilkesi mübadelede özgürlüktür: Bırakın herkes beş yıllık planlara ya da benzerlerine aldırmadan istediği gibi yaratıcı bir şekilde hareket etsin; yani bırakın herkes kendi kazancının ya da kârının peşinden gitsin... yeter ki başkalarına da aynı özgürlüğü tanısın. Zorlamanın toplumsal kurumu olan devlet, yaratıcı eylemler konusunda hiçbir söz hakkına sahip değildir; dolandırıcılık, şiddet, yağma ve diğer yıkıcı eylemlere karşı tabuları belirlemek ve uygulamak ile sınırlıdır. Bu felsefe hiç kimsenin insanlar üzerinde çobanlık yapmasına izin vermez. Diktatör adayları, kendi işinize bakın! Kişinin kendi emeğinin meyvelerini alma hakkı onun özüdür, bireysel seçim özgürlüğü onun ayrıcalığıdır, fırsatların herkes için açık olması onun vaadidir, kişisel başarı umudu -kazanç ya da kâr- onun motivasyon kaynağıdır. Buna piyasa ekonomisi diyebiliriz. İkincisi kesinlikle bir sistemdir: herkes için her şeyi planlayan örgütlü, siyasî bir hiyerarşi. Bu hiyerarşi insanların ne üreteceğini, hangi mal ve hizmetleri kiminle ve hangi şartlarda değiş tokuş edebileceğini belirler... Bu, siyasî otoriteyi ele geçirmeyi başaran azınlığın insanları keyfî olarak kontrol etmesidir... Tercih özgürlüğü, özel mülkiyet ve kâr bu sistemin tabuları arasındadır. Kısaca, üretim araçlarının yanı sıra üretim sonuçlarının da devlet mülkiyetinde ve kontrolünde olmasıdır. İşte buna sosyalizm diyebilirsiniz.
Sosyalizm için sorun şu ki, piyasa ekonomisi insanların mülkiyet haklarını ve işbirlikteliği özgürlüğünü savunmaya dayanır, bu da bazılarının ve bazı şeylerin diğerleri için gasp edilmesini önler; fakat tercihlerin kamulaştırılması genellikle bu tür bir gaspı hayata geçirme mekanizmasıdır.
Hiç kuşkusuz, üretimin sonuçları başarılı bir şekilde kamulaştırılabilir ve kamulaştırılmaktadır, yani etkin bir şekilde gasp edilebilir ve edilmektedir. Dahası, hiyerarşinin kaprislerine ve/veya siyasî baskılara göre yeniden tahsis edilebilirler ve edilmektedirler. Ancak sosyalizm, Robin Hoodizm gibi, sosyalizmin kendisinin yaratmaktan tamamen aciz olduğu bir zenginlik durumu gerektirir ve bunu varsayar. Altın yumurtaları yeniden dağıtabilir ama onları yumurtlayamaz. Ve kazı öldürür!
Read daha sonra özellikle açık ve acı verici bir örnek için Pilgrimlere (Kuzey Amerika topraklarına ilk göçen Protestan İngilizlere) döner, çünkü hem Plymouth hem de Jamestown’da başlangıçta kullanılan ortak mülkiyet sistemleri korkunç sonuçlar doğurmuştur. Jamestown’ın ilk 104 kolonicisinden 66’sı altı ay içinde, çoğu açlıktan ölmüştür. İki yıl sonra gelen 500 kişiden ise sadece 60’ı bu kadar uzun süre hayatta kalabildi. Bu “açlık döneminin” yol açtığı sonuçlar arasında yamyamlık da vardı. Plymouth’un ilk kolonistlerinin durumu biraz daha iyiydi ve sadece yarısı altı ay hayatta kalabildi. Bazıları çaresizlik içinde giysilerini ve battaniyelerini yerlilere sattı ya da onların hizmetçisi oldu.
Erken dönem Pilgrim deneyimine bir bakın... Tüm ürünler ortak bir depoya zorla sokuluyor ve “ihtiyaca göre” dağıtılıyordu. Ancak depoda her zaman erzak tükeniyordu; Pilgrimler açlıktan ölüyordu. Aslında üretimin sonuçlarını kamulaştırdılar ama bunu yaparak araçları zayıflattılar ve dolayısıyla dağıtacak çok az sonuç elde ettiler.
Read daha sonra, insanların piyasaların (yani insanların seçme şansı verildiğinde gönüllü olarak benimsedikleri mekanizmaların) kendilerine merkeziyetçi tahsisten nasıl daha iyi hizmet ettiğini görememelerine neden olan bir başka yanılgıya, yani kârların, tüketicilerin maliyetlerini düşürmek yerine piyasa mekanizmalarının maliyetlerini artırdığı yanılgısına değiniyor.
Piyasa mucizesi hakkında çok az fikir sahibi olanlar, bir faaliyetin toplumsallaştırılmasının, komünleştirilmesinin ya da kamulaştırılmasının herhangi bir kâra izin vermediği için maliyetleri düşürdüğü gibi yanlış bir fikre kapılmaktadır. Gerçek bunun tam tersidir. Piyasa ekonomisinin ayırt edici özelliği kâr ve zarar sistemidir. Ancak, gelişigüzel bir incelemenin ortaya çıkardığının aksine, kârlar fiyata eklenmez; gerçekte maliyetten çıkarılırlar. Kâr ve zarar sistemi kişisel olmayan, umursamaz bir gösterge sistemidir: kâr umudu girişimci adaylarını belirli bir faaliyete yönlendirir ve zararlar verimsiz, yüksek masraf yapan üreticileri acımasızca ayıklar.
“Hiç kimse başkalarının talihsizliğinden kâr elde etmemelidir” iddiasının sıklıkla duyduğumuzdan çok farklı bir analiziyle, farklı bir sonuca varması şaşırtıcı değildir.
Talihsizlikle [burun buruna geldiğimizde], sosyalizme başvurarak yeniden canlanmaya çalışmamalıyız, çünkü sosyalizm bir işlev bozukluğu olmaktan öteye gidemez... [Bunun yerine] prangaları söküp atın! Piyasayı serbest bırakın... bırakın kâr beklentisi tüm hevesli üreticileri cezbetsin ve bırakın kayıpların sert, tavizsiz, kişisel olmayan kırbacı verimsiz olanları ayıklasın ve kötü durumlarımızın üstesinden gelme görevini yalnızca en verimli olanlara bıraksın. Sadece muazzam kayıtlara bakıldığında, piyasa tarafından ayıklanan bireyler, siyasî atamalardan daha verimli (daha düşük maliyetli) insan ve doğal kaynak yöneticileridir. Talihsizlikleri -yoksulluk, hastalık, sefalet, felaket- hafifletmenin bir yolu olarak kâr umudunu ortadan kaldırırsak, talihsizliklerimizi arttırırız.
Gördük bu gerçeği. Hatay'da kalan depremzedeler hâlâ evsizden beterler ve devletin tüm işletmelere müdahalesi yüzünden şehirde hiçbir şeyin stoku yok ve hatta çok fazla kapanıp giden işletme var. Üstelik gönüllülerin ve büyük şirketlerin gönderdiği yardım ve bağış araçları şehrin ücra yerlerinde polisler eşliğinde zorla Suriyelilere teslim edilerek soyuluyor. Şehirde ne temiz su ne de kanalizasyon kaldı, devlet hâlâ gidip şehrin alâkasız yerlerinde cami, okul, şehir hastanesi açılışı yapıyor. Polisler de zaten deprem mağdurlarını daha da mağdur edecek şekilde ırkçılık yapıyor.