Murray N. Rothbard - 15.04.1985
Anarşistler ve diğer liberteryenler, en hafif tabirle, düşmanlarla kuşatılmış bir azınlık olduklarından, saflarımızdaki herkese ve her kesime karşı hoşgörülü olma eğilimindeyiz, hatta liberteryen pozisyonun can damarlarını durmadan kemirenlere; ya da metaforumuzu değiştirirsek, Devlet’e karşı yürüyüşümüzü sürdürmeye çalışırken ayak sürüyenlere karşı bile. Ama artık Kavram ya da Kavrayış konusunda ufak bir hata yapan ya da Bach’ı Chopin’e tercih ettiğini itiraf eden herkesi aforoz eden Ortodoks Randcılarla aynı yola girmeden, Samuel Konkin’in isabetli bir şekilde “Doğal Haydutlar” olarak adlandırdığı kişilere karşı mücadelede boks eldivenlerimizi çıkartarak daha sert vurmanın tam zamanı olduğunu söylemek isterim. Ya da Saklanan Hitler’le ilgili klasik fıkrada olduğu gibi, “Bundan böyle Bay İyi Adam yok!” [Bir grup Neo-Nazi, dünya hâkimiyeti çabalarında kendilerine liderlik etmesi için güya hayatta olan ve Arjantin’de saklanan Hitler’i arar. Önce “Bu maalesef hep nankörlükle sonuçlanabilen bir iş!” diyerek teklifi reddeder ama ısrarlar sonrasında “Tamam,” diye cevap verir ve ekler: “Ama bundan böyle kibarlık, naiflik, beyefendilik yok.” (ç.n.)]
Uzun yıllardır, önce anarko-Stirnerci ve şimdi de anarko-pragmatist sıfatlarıyla karşımıza çıkan Doğal Haydutlar, sözde zapt edilemez etik nihilizm kalelerinin içinden ateş ediyor, bireysel haklar ve rasyonel etik ilkeler gibi asli liberteryenizmle alay etmeye çalışıyorlar. Bu haydutlar hiçbir şeyi savunmadıkları için, stratejik saldırganlık avantajıyla sürekli olarak şanslı kalabileceklerine inanıyorlar. Örneğin fizikçileri şu taleple rahatsız eden bir gruba benziyorlar: “He he tamam, bana fiziğin bir bilim olduğunu kanıtlasana!” Fizikçi kendini savunmaya çalışırsa, bilgisizliği sayesinde özgüven dolu olan eleştirmenin sözlü meydan okumayı sürdürmesi kolay olacaktır. Bir keresinde genç bir liberteryenin (karakteristik olarak kısa bir süre sonra ömür boyu Ortodoks Randian olmaya karar verecekti) tüm ciddiyetiyle bana şöyle dediğini hatırlıyorum: “Onlar [müesses nizam astronomları] güneşin 150 milyon kilometre uzakta olduğunu nereden biliyorlar? Bana birkaç bin kilometre gibi görünüyor!” Ve gerçekten de bir “müesses nizam” astronomu, “Tanrı aşkına, git, dersine çalış!” demek dışında sözlü olarak ne cevap verebilir ki? Bu aynı zamanda hakların ve ahlâkî ilkelerin varlığına meydan okuyanlara verilecek en uygun cevaptır. Haydutların, ahlâk teorisyenleri ya da hak teorisyenlerinin kendi aralarında farklılık gösterdikleri şeklindeki standart çürütmesi de işe yaramıyor; zira fizikçiler ve astronomlar arasında da farklılıklar var, ancak bu durum böyle disiplinlerin varlığını kabul etmediğimiz anlamına kesinlikle gelmez.
Nihilistler bana üniversitelerdeki klasik geyik muhabbetlerini hatırlatıyor: “He he tamam, bana bu sandalyenin var olduğunu kanıtla o zaman!” Umutsuzca “kanıt” aramak ve sunmak, Haydut’un yüzündeki alaycı gülümsemeyi silmek için elbette hiçbir işe yaramaz. Derin bir anlamda ve pek çok açıdan doğru karşılık, Haydut’un kafasına sandalyeyi indirmektir. Bir kere, felsefî diskurun amacı hakikate müştereken ulaşmaktır ya da öyle olmalıdır, salon oyunlarına ya da sözlü meydan okumalara girişmek değil. Bu tür oyunlara girişmek, sırf laf olsun diye kabadayılık taslamak, kendini rasyonel söylem alanının dışına atmaktır. (Ancak bu elbette olgusal olduğu kadar ahlâkî bir ifadedir!)
İşte tam da bu noktada, etikçilerin ve doğa hukukçularının stratejik ve taktiksel saldırıya geçmelerinin tam zamanıdır. Tüm iyi Aristotelesçilerin bildiği gibi, felsefî bir düşmanı bertaraf etmenin en hızlı ve en kapsamlı yolu, onun, içinden çıkılmaz bir şekilde kendi kendisiyle çelişkiye saplandığını göstermektir. Bu makalede, anarko-pragmatizm ve anarko-Stirnerizm’in (ya da en azından vaazlarının) kendi içinde çelişkili olduğunu ve dolayısıyla kendi terimleriyle yanlış olduğunu göstermeyi amaçlıyorum.
Öncelikle, pragmatizmin ve özellikle de anarko-pragmatizmin sorunu işe yaramamasıdır. Pragmatistler tek gerçeğin “işe yarayan” şey olduğuna inandıklarından, bu da her şeyi çözer (“iş” kavramının anlamı gibi derin sorunları bir kenara bırakırsak kısaca “fayda görmek üzere uğraşmak” anlamına gelir). Örneğin, anarko-pragmatizmin gurusu Jorge Amador’un The Pragmatist adlı kendi yayın organında David Bergland ve Jim Lewis ikilisinin başkanlık kampanyasına yönelttiği ağır eleştirileri ele alalım. Amador’un eleştirisi, Liberteryen Parti’nin (a) fazla tedrici, yani aşamacı ve (b) ideolojik olduğu yönündedir. Bu durumda Amador’un tercih ettiği seçim kampanyası sonuna kadar radikal anarşist ama ideolojik olmayan bir kampanya olurdu. Yani, ahlâkî ilkeler ya da haklarla ilgili tüm konuşmalar bir kenara atılacaktı. Sadece bu da değil: Amador’un tercih ettiği şekilde bir seçim kampanyasında Devlet’e artık suçlu bir yönetici sınıfın örgütü diyemeyiz, çünkü “suç” kavramının kendisi ahlâkî ve doğal hukuka ilişkin bir kavramdır ve ahlâksız suçluların masum kurbanları soyduğunu ima eder. Peki Amadore yanlısı bir Liberteryen Parti aktivisti ne hakkında konuşurdu? Büyük olasılıkla kendisini radikal anarşist alternatifin pragmatik erdemlerini göstermekle sınırlandırırdı.
Ancak bu gerçekten de meşakkatli bir iş. Hatta neredeyse imkânsız. Pragmatik radikal anarşist, anında pragmatik devletçilerin güçlü eleştirileriyle karşı karşıya kalır. Örneğin, anarşinin uzun vadede üretimi artıracağını, daha yüksek bir yaşam standardı sağlayacağını ve benzeri şeyleri öne sürecek olsa, kısa vadede pek çok ayrıcalıklı, sübvansiyonlu ya da tekelci kesimin başıboş kalacağı iddiasıyla yüzleşecektir. Tüm bu kısa ve belki de orta vadeli sorunlar ancak gelecekteki belirsiz faydalarla dengelenebilir. Ama pragmatik olarak neden herkes uzun vadeyi kısa vadeye tercih etsin? Peki ya Amadoreculara meydan okuyan yüksek zaman tercihli insanlar ne diyecektir: “Bana bak dostum, mevcut sistemden elde ettiğim pragmatik faydaları görüyor ve biliyorum. Ayrıca, uzun ‘geçiş’ dönemi boyunca benim ve diğer pek çok kişinin yaşayacağı baş ağrılarını, aksaklıkları ve kayıpları da biliyorum. Beni eninde sonunda fayda sağlayabileceğime ikna etseniz bile, bu faydalar göze alamayacağım kadar riskli ve uzun vadeli.” Ve eğer ortalama bir insan radikal dolaysız anarşizme ikna edilemezse, a fortiori olarak suçlu yönetici sınıf, yani Devlet’ten en çok yararlananlar da uzun vadede dahi kaybedecek olmalarından ötürü, kesinlikle ikna olmayacaktır. En iyi ihtimalle, Amadorcu ahmak şöyle diyecektir: “Kabul ediyorum, bu anarşizm kulağa oldukça hoş geliyor. Ancak pragmatik olarak, geçişi kolaylaştırmak ve sizin bile kabul ettiğiniz maliyetleri en aza indirmek için, ideale doğru yavaş ve aşama aşama ilerleyelim.” Ve işte böylece, hepimizin usta “aşamacıları” olan Cumhuriyetçi ya da Demokrat Parti’ye ister istemez geri dönmüş oluyoruz.
O nedenle Demokratların ve Cumhuriyetçilerin kendilerini gururla “pragmatist” olarak adlandırmaları tesadüf değildir. Elbette özgürlüğe, barışa, serbest piyasalara ve tüm güzelliklere inanıyorlar, ancak bu hedeflere parça parça, demokratik konsensüsün el yordamıyla yavaşça ittire çektire yaklaşılması gerektiğini söylüyorlar. Ve işte yine statükonun derinliklerine geri dönmüş bulunuyoruz. İster anarko ister Humeynici ya da her ne olursa olsun, her türden “radikal pragmatizm” aslında bir çelişkidir veya kavram kargaşasıdır.
Ancak bu bizim hikâyemizin yalnızca başlangıcıdır. Çünkü pragmatizmin tarihte hiçbir zaman toplumsal değişim için herhangi bir radikal ya da devrimci harekete esin kaynağı olmaması da tesadüf değildir. Çünkü kim %20 daha fazla küvet ya da %15 daha fazla çikolata uğruna radikal bir azınlık hareketine katılıp kendisini ömür boyu toplumsal aşağılanmaya ve marjinal bir varoluşa adar ki? Kim daha fazla yer fıstığı ya da Pepsi için fiziksel ya da ruhsal olarak barikatlara adam gönderir? İster komünist, ister faşist ya da Humeynici olsun, 20. yüzyılın tüm radikal ya da devrimci hareketlerine bir bakın. Birkaç mal ve hizmet veya bizim “küvet ekonomisi” diye andığımız şey için mi mücadele ettiler ve dağları yerinden oynattılar? Kesinlikle hayır, dağları yerinden oynattılar ve inkâr edilemeyecek derin bir ahlâkî tutkuyla tarih yazdılar. İnsanları harekete geçiren ve tarihi değiştiren şey ideoloji, ahlâkî değerler, derin inançlar ve ilkelerdir.
Dolayısıyla, liberteryen hareket içinde bile yıllar boyunca bu harekete sadık kalanların neredeyse sadece haklara inananlar ve ahlâkî tutkuya sahip olanlar olması tesadüf değildir. Marksistlerin “ekonomistler” olarak adlandırdığı liberteryen pragmatistler genellikle kendilerini başarılı bir meslek sahibi olmaya adamış ve hareketin kaygılarını unutmuşlardır. Ve bu durumda diyorum ki, neden olmasın; neden çılgın ideologlar hareket ve özgürlük hakkında kafa yormasın? Ne de olsa pragmatistler, her zamanki gibi, önlerine konulanı kabul edeceklerdir.
Öyleyse Anarko-Pragmatizm basitçe işe yaramıyor. Halk arasında radikalizmi teşvik edemez ve radikal bir hareket inşa edemez. Yapabileceği tek şey, anarko-pragmatistlerin güçlendirmeye ve teşvik etmeye çalıştıklarını iddia ettikleri özgürlükçü hareketi yozlaştırmak, zayıflatmak ve hatta -önü kesilmediği takdirde- yok etmektir. Tarafsız gözle bakıldığında, anarko-pragmatistler sadece liberteryenizmin yıkıcıları olarak işlev görebilirler. Ahlâkî tutku ve ideoloji işe yaradığı ve pragmatizm işe yaramadığı için, anarko-pragmatistlerin ya doğal haklara dönme ya da en azından dönmüş gibi yapıp doğal hakları ve ideolojiyi anarşist bir hareket inşa etmek için bir silah olarak kullanma gibi pragmatik bir yükümlülükleri vardır. Tarafsız bir şekilde görüleceği üzere, anarko-pragmatistlerin kendi görüşlerine uygun olarak pes etmek, doktrinleri hakkında çenelerini kapamak ve meydanı terk etmek gibi ciddi bir görevleri vardır.
Aynı şey, tüm ahlâkî ilkelerin ve hakların yalnızca “kafadaki hayaletler” olduğunu, bireysel egemen iradeleri üzerindeki içselleştirilmiş kısıtlamalar olduğunu yüksek sesle ilân eden anarko-Stirnerciler için de geçerlidir. Stirnercilere göre, sadece güçlü olan haklıdır; güç, hakkı doğurur ve her bireyin istediği her şeyi alma hakkı vardır. Sadece bir düzine kadar mevcuda sahip anarko-Stirnercilerin gücün biricik hak unsuru olduğunu iddia ederek ortalıkta kasıla kasıla dolaşmaları bana her zaman gülünç gelmiştir. Anarko-Stirnerciler ile Devlet arasındaki herhangi bir güç mücadelesinde acaba kimin kazanacağını zannediyorlar? Küçük bir azınlığın güçlü olanın haklı olduğunu vaaz etmesinin hiçbir anlamı yoktur. Aslında, hem pragmatik hem de Stirnerci bir bakış açısından en mantıklısı, inanmasa bile bireysel haklara mutlak bağlılığını beyan etmektir. Peki bir pragmatisti ya da Stirnerci’yi bu şekilde yalan söylemekten alıkoyan şey nedir? Herhâlde, pragmatizm ve Stirnerizmin nihilist inançları için inkârı hayati önem taşıyan mutlak hakikate bağlılık değildir!
Stirnerci gerekçelerle, bir ahlâkçı ve mülkiyet haklarına inanan biri gibi davranma zorunluluğu bundan daha da derine iner. Zira dünyada kim mülkiyet haklarını ve ahlâkî ilkeleri küçümsediğini yüksek sesle dile getiren biriyle muhatap olur ya da ona güvenir ki? En sıkı Stirnerci için bile, acımasız bir ahlâksız çalma-çırpma politikası izlemek istiyorsa, bunu Stirnerciliği göklere çıkararak yapamayacağı aşikâr olmalıdır. Bunun yerine, Machiavelli’nin Prens adlı eserinde öğütlediği gibi, Prens ahlâklı ve Hıristiyan erdemlerine sahipmiş gibi davranırken, fırsat buldukça gizlice tam tersini uygulamalıdır. (İşin tuhafı, Machiavelli’nin kendisi de Machiavellizm’i savunarak kendi koyduğu kuralı ihlal etmiştir!) Dolayısıyla Stirnerizm’in kendisi, Stirnercilerin çenelerini kapamalarını, ahlâkçı ve doğal hukukçu gibi davranmalarını gerektirir. Ve bir kez daha söylemek gerekirse, hakikate bağlılık adına böyle bir rol yapmaktan kaçınmak, Stirnerci kişisel çıkarı nesnel hakikatin kısıtlayıcı “hayaletine” teslim ederek Stirnerciliği kendi içinde ihlal edecektir.
Ancak, Stirnerciler ve pragmatistler kendi mantıklarına teslim olup susarlarsa ve doğal hukukçular gibi davranırlarsa, haklara ve ahlâkî ilkelere görünüşteki dönüşümlerinin yalancı ve gerçek dışı olabileceğinden endişe duymaz mıyım diye sorabilirsiniz. Hayır. Anarko-nihilizmin kirliliğine ve liberteryen hareket üzerindeki zararlı etkisine son vermek için bu belirsizliği seve seve kabul ederdim. İsterlerse pragmatik ya da Stirnerci ayinlerini gizli gizli kendi aralarında yapsınlar; en azından etkisiz hâle getirilmiş olacaklardır.
Ama diyelim ki, benim onlara görevlerini hatırlatmamdan sonra, anarko-pragmatistler ve Stirnerciler bana kulak asmadılar ve her şeye rağmen seslerini yükseltmeye devam ettiler, ki böyle olacağından fazlasıyla şüpheleniyorum; bu durumda anarko-nihilist yoldaşlarımızın gerçek motivasyonları hakkında ne ortaya çıkmış olacaktır? Anarko-pragmatizm ya da anarko-nihilizmin hakikati ya da ilkeleri gerçekten umurlarında değil ve üniversitedeki geyik muhabbetleri esnasında olduğu gibi, sadece dikkatleri üzerlerine çekmek ve baş belası biri gibi görünebilecekleri şekilciliklerle ilgileniyor olabilirler mi? Eğer öyleyse, ki korkarım bu sonuca varmamız gayet olası, o zaman hak edecekleri muamele yukarıdaki metaforumuzda görüldüğü üzere kafasına sandalyeyi yiyen adamla aynı olacaktır. Çünkü kendilerini rasyonel söylem alanının dışında göstermiş olacaklardır. Nihai olarak da Haydut durumuna düşeceklerdir.
Anarko-Nihilist ve diğer aptallar gruplar için tek yapılması gereken, onları fiziksel olarak tasviye etmektir.
Nihilistlerin, nihilistliği arabaları çizilene kadardır.