Wendy McElroy - 22.01.2001
Avrupa Birliği, refah ve sosyal uyum olarak ifade ettiği hedeflerine ulaşamıyor. Bunun nedenini açıklamak amacıyla, bu hedefleri engelleyen konulardan birine, yani feminizme ya da Avrupa’da kadın erkek eşitliğini ana plan, perspektif ve politikalara yerleştirme yaklaşımı anlamında kullanılan “toplumsal cinsiyet politikalarına” detaylı bir şekilde değinmek istiyorum.
1996 yılında Avrupa Komisyonu “Kadınlar ve erkekler için fırsat eşitliğinin bütün topluluk politikalarına ve faaliyetlerine dâhil edilmesi” başlıklı bir belge yayınladı. Burada, “kadın ve erkek arasında, her ikisinin de tüm alanlara eşit bir şekilde katılmasını ve ilerlemenin faydalarının aralarında eşit bir şekilde dağıtılmasını sağlayacak yeni bir işbirliği” ilân edildi. Benim bakış açıma göre “toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılması” felaket bir politikadır. Neden mi? Bu sorunun cevabı aslında beni Avrupa Birliği’nin neden refah ve sosyal uyuma ulaşamayacağına dair düşünceme geri götürüyor.
1733 yılında, Fransız Aydınlanmasını başlatan filozof Voltaire, “Philosophical Letters” (Felsefî Mektuplar) olarak da adlandırılan “Letters Concerning the English Nation” (İngiliz Ulusuna Dair Mektuplar) başlıklı bir eser yayınladı. Bundan birkaç yıl öncesinde Voltaire, yetkililere Paris’ten en az elli fersah uzakta kalacağına dair söz verdikten sonra Bastille’den serbest bırakılmıştı. O da İngiltere’ye kadar gitmeyi tercih etti ve orada yaklaşık iki buçuk yıl kaldı. “Mektuplar”, Fransa’daki bir arkadaşına İngiliz toplumunu anlatıyormuş gibi yazılmıştı. Voltaire, Fransa’da dinsel farklılıklar yıkıma neden olmuşken, İngiltere’de aşırı dinsel çeşitliliğin -Protestan, Katolik, Yahudi ve Müslümanların karşılıklı hoşgörü içinde yaşadığı bir toplumsal yapının- nasıl bu kadar uyumlu bir şekilde var olabildiğini açıklamak istiyordu.
Voltaire sosyal uyumu siyasetin yarattığı fikrini reddediyordu. O nedenle, müesses ve resmî İngiltere Kilisesi’ne atıfta bulunarak, siyasetin iyi niyetten ziyade önyargıları desteklediğini savunmuştur. “Dindar bir Anglikan olmadıkça hiç kimse İngiltere’de ya da İrlanda’da makam sahibi olamaz” diye yazmıştır. Böylesi bir siyasî dışlama, hayırseverliği pek de teşvik etmiyordu. Üstelik hem yasal hem de tarihsel olarak İngiltere, dinsel hoşgörünün Fransa’dan daha ileri bir örneği değildi: Mesela İngiltere’de resmî kiliseye ve Anglikan geleneklere bağlı olmayanlara (nonconformists) ve ateistlere karşı yasalar hâlâ yürürlükteydi. Buna rağmen, İngiltere’de, Fransa’dakinin aksine, sokaklarda yasaların ne dediğinden tamamen bağımsız bir işbirliği havası vardı. O hâlde, Paris sokaklarına kıyasla Londra sokaklarındaki huzur ve refahın nedeni neydi?
“Felsefî Mektuplar”ın Altıncı Mektubu’ndaki ünlü bir pasajda Voltaire şöyle der: “Londra’daki Borsa’ya [Menkul Kıymetler Borsası], birçok saraydan ve adliyeden daha saygın olan o yere girdiğinde, tüm ulusların temsilcilerinin insanlığın çıkarı için orada toplandığını göreceksin. Orada Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman aynı dindenmiş gibi birbirleriyle anlaşırlar ve iflas edenlere kâfir sıfatını yakıştırırlar.” Birbirleriyle iş yaptıktan sonra Hıristiyan ve Yahudi kendi yollarına gitmişlerdir. Voltaire’in ifadesiyle, “Bu barışçıl ve özgür toplantılardan ayrılırken, bazıları sinagoga gider, bazıları da içki içmeye...” Nihayetinde Voltaire’e göre “herkes mutlu ve memnun olmuştur.”
Ticaret, serbest piyasa, çok çeşitli insanların yalnızca ekonomik fayda için birbirleriyle gönüllü olarak etkileşime girdiği bir arena oluşturmuştur. Sonra da birbirlerinden ayrılmışlardır. Kendi hayatlarının kapalı kapıları ardında farklı çıkarlar ve kültürel değerler peşinde koşmak için birbirlerinden uzaklaşmışlardır.
Voltaire’in İngiltere’nin sosyal uyumuna ilişkin açıklamasının iki bölümü vardır. Birincisi, insanların yasal eşitler olarak bir araya gelme özgürlükleriydi. Yani, Hıristiyan ve Yahudi, dinsel farklılıklarına rağmen sözleşmelerinin yasal olarak bağlayıcı olacağını bilerek birbirleriyle güven içinde ticaret yapabiliyorlardı. İkincisi, insanların birbirlerinden uzaklaşma ve ilişki kurmama özgürlükleriydi. Yani, herhangi bir nedenle herhangi birine karşı barışçıl ve bireysel olarak ayrımcılık yapma özgürlüğü. Ayrımcılık yapma hakkı, yani kapınızı hemen ardınızdan kapatma hakkı, sosyal uyumun bir ön koşuluydu.
Şunu açıklığa kavuşturayım. Ayrımcılığın yasaların içine yerleştirilmesinden bahsetmiyorum. Hatta tam aksini savunuyorum. Ben yasaların herkesi eşit şekilde koruması gerektiğini söylüyorum. Ancak tam bu noktayı geçtikten sonra, herkesin din, cinsiyet, derisinin rengi, mırıldandığı müzik gibi herhangi bir nedenle bir başkasıyla ilişki kurmayı reddetme hakkı olacaktır.
“Felsefî Mektuplar” Voltaire’in Avrupa’sında uyumlu bir toplumun nasıl inşa edileceğine dair geleneksel olarak kabul gören bir argümanı altüst etmiştir. Geleneksel olarak Fransa, barış ve uyumu sağlamak için ortak değerlerin gerekli olduğu inancıyla halkına homojen bir değerler sistemi dayatmaya çalışmıştı. Ortak değerler, toplumsal dokuyu bir arada tutan sosyal yapıştırıcı olarak görülüyordu. Bu nedenle, otorite sahiplerinin, sıradan insanlar tarafından uygulanması gereken değerleri merkezî olarak planlaması ve titizlikle uygulaması gerekiyordu. Aksi takdirde, insanların kendi değerlerini, özellikle de dinsel olanlarını seçmelerine ve uygulamalarına izin verilirse, sivil kaos ve çatışma ortaya çıkardı.
Voltaire bunun tam tersinin doğru olduğunu savunmuştur. Homojen değerlerin dayatılması -bireysel olarak ayrımcılık yapma hakkının reddedilmesi- çatışmaya ve din savaşlarına yol açan şeydi. Ortak değerler ve devlet kontrolü yerine, gelişen ve barışçıl bir toplum yaratan şey çeşitlilik ve bireysel özgürlüktü. Voltaire, “İngiltere’de tek bir din olsaydı, bu tiranlık tehlikesi yaratırdı; iki din olsaydı, birbirlerinin boğazını keserlerdi; ama otuz din var ve barış içinde mutlu bir şekilde birlikte yaşıyorlar” yorumunda bulunmuştur.
Voltaire’in mantığını din meselesinin ötesine taşırsanız, merkeziyetçi bir devletin farklı insanlara ortak değerler veya ortak uygulamalar dayatma girişimlerine karşı güçlü bir darbe indirmiş olursunuz. İlginçtir ki, Voltaire’in dayatılan (resmî dinsel ve toplumsal gelenek ve kurallara) uyumluluğa karşı argümanı bireylerin haklarına dayanmamaktadır -her ne kadar böyle bir argümanın güçlü bir argüman olacağını düşünsem de. Tam tersine Voltaire sosyal uyum meselesini, bireylerin birbirleriyle ilişki kurmama hakkına saygı duyan bir hukuk sistemine duyulan ihtiyaç üzerinden tartışmaktadır.
Avrupa Birliği, son derece merkezîleşmiş bir yönetim organının, refah ve uyum adına çok çeşitli topluluklara uyumu dayatma girişimidir. Bu, işbirliği yapmama ve etkileşime girmeme hakkını inkâr etme girişimidir. Kanımca AB, Avrupa’yı toplumsal uyumun tam tersi bir yöne, hem iktisadî hem de kültürel açıdan uyumsuzluğa ve sefalete doğru götürmektedir.
Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın “Ayrımcılık Yapmama” (Non-discrimination) başlıklı 21. maddesi şu şekildedir: “Cinsiyet, ırk, renk, etnik veya sosyal köken, kalıtımsal özellikler, dil, din veya inanç, siyasî veya başka herhangi bir görüş, bir ulusal azınlığın üyesi olma, hususiyet, doğum, maluliyet, yaş veya cinsel eğilim gibi herhangi bir nedenle ayrımcılık yapılması yasaktır.”
Burada özellikle cinsiyet temelinde ayrımcılık yapma hakkına -kadınlara karşı ayrımcılık yapma hakkına- değinmek istiyorum. “Kadın ve erkek arasında eşitlik” başlıklı 23. madde kısaca şöyledir: “İstihdam, çalışma ve ücret dâhil olmak üzere her alanda kadın ve erkek arasında eşitlik sağlanmalıdır.” Başka bir deyişle, erkeklerin -işveren, öğretmen ve ev sahibi olarak, insan olarak- cinsiyetim nedeniyle benimle işbirliği yapmama ve etkileşime girmeme hakkını kullanmalarına izin verilmiyor.
Ben (Kuzey Amerika’da) “bireyci feminist” olarak adlandırılan biriyim. Bireyci feminizmin temel ilkelerinden biri, kadınların hem şahıslarını hem de mülklerini koruyan yasalar çerçevesinde erkeklerle eşit muamele görmesidir. Kadınlar yasalar tarafından ne ezilmeli ne de ayrıcalıklı olmalıdır. Bu, bir kadın olarak bu odadaki her erkekle işbirliğini veyahut etkileşimi barışçıl bir şekilde reddetmenin benim hakkım olduğu anlamına gelir. Yasal olarak bir işi reddetme, bir daire kiralamayı reddetme ya da sizinle herhangi bir şekilde sözleşme yapmayı reddetme hakkına sahip olabilmem gerekir.
Aynı şekilde siz de cinsiyetim, etnik kökenim, kişisel hijyenim gibi herhangi bir nedenle beni işe almayı, bana bir daire kiralamayı ya da benimle herhangi bir konuda sözleşme yapmayı yasal olarak reddetme hakkına sahip olmalısınız. İşbirliği özgürlüğü -işbirliği yapmama özgürlüğü- bana karşı barışçıl bir şekilde ayrımcılık yapma hakkına sahip olduğunuz anlamına gelir. Umuyorum ki bunu yapmazsınız ve bunun yerine beni bir insan olarak sahip olduğum meziyetlere göre değerlendirirsiniz. Ama eğer bunu yapmamayı tercih ederseniz de benden uzaklaşmak sizin hakkınızdır. Ve ben bu hakkınızı da savunurum.
Elbette bu, karşılaşmaya alışık olduğunuzdan farklı bir feminizm biçimidir. Bu, pozitif ayrımcılığın, “eşit işe eşit ücret” politikasının yasal olarak dayatılmasının, cinsiyet kotaları konusundaki ısrarın yanlış olduğunu ve toplumsal uyumsuzluğa yol açtığını söyleyen bir feminizmdir. Kuzey Amerika’da olsaydım, bireyci feminizmin -aslında tüm Kuzey Amerika feminist geleneğinin- köklerinin 19. yüzyılda kölelik karşıtlığı olarak adlandırılan siyah köleliğe karşı mücadeleye dayandığını açıklardım. Bu gelenek öz sahiplik fikrine dayanır: her insanın -sadece insan olması nedeniyle- kendi bedeni ve onun barışçıl kullanımı üzerinde ahlâkî bir yargı yetkisine sahip olduğu fikri.
Avrupa’da bunun yerine klasik liberalizmden bahsediyorum. Hızlı bir referans çerçevesi çizmek gerekirse, bireyci feminizm büyük ölçüde Mary Wollstonecraft, John Stuart Mill ve eşi Harriet Taylor’ın yanı sıra Harriet Martineau gibi diğer klasik liberallerin çalışmalarına dayanır. Bu düşünürler sadece yasaların kadınlar için işyerinde, eğitimde ve toplumda hiçbir engel oluşturmamasını talep etmişlerdir. Yasaların cinsiyete karşı kör olmasını talep etmişlerdir. Bu noktayı geçtikten sonra -yasanın tüm bireylerin haklarını eşit şekilde koruduğu noktayı geçtikten sonra- kiminle işbirliği yapmak veya etkileşimde bulunmak istediklerine karar vermek her bir bireyin kendisine kalmıştı.
Birkaç dakika önce Temel Haklar Şartı’nın “Ayrımcılık Yapmama” başlıklı 21. maddesini okudum. Ancak bu madde yanlış adlandırılmış. Her ne kadar ifade cinsiyete dayalı ayrımcılığı yasaklıyor gibi görünse de, maddenin uygulanması -özellikle de “Kadın ve erkek arasında eşitlik” başlıklı 23. maddeyle birlikte düşünüldüğünde- açıkça toplumun kadınlar lehine ayrımcılık yapmasını gerektirmektedir. Yasalara göre, kadınlara öncelik tanınmalıdır.
Avrupa Parlamentosu, “AB politikasının ilgili tüm alanlarında” toplumsal cinsiyet politikasını anaakımlaştırma niyetini açıklamıştır. Kısacası AB, uyguladığı tüm politikalarda kadınlar için eşitliği dayatacaktır. Bu, yasalar önünde eşit muamelenin çok ötesine geçmekte ve insan çabasının her alanına uzanan ayrıcalıklar yaratmaktadır. Örneğin şunları göz önünde bulundurun:
İstihdam: Kadınlar kanunen erkeklerle aynı ücreti alacak ve eşit sayıda işe alınacaktır, bu da bir kota sistemi anlamına gelmektedir.
Dış politika: Kadın sünneti uygulayan Afrika ülkeleri yaptırımlara tâbi tutulacaktır.
Eğitim: Üniversitelerden erkek bilim insanları ile aynı sayıda kadın bilim insanı mezun olmalıdır.
Hükümet: Komisyonlarda, komitelerde vs. cinsiyetlerin eşit temsilini sağlayacak bir kota sistemi olmalıdır.
Toplumsal cinsiyet politikasının anaakımlaştırılmasının etkilemediği hiçbir alan ya da konu yoktur. Cinsiyete dayalı ayrıcalık için yasal talep, yasanın hiçbir engel koymaması yönündeki klasik liberal ısrardan radikal bir sapmadır. Ancak birçoğunuz bu değişimin ne kadar radikal olduğunun farkında olmayabilirsiniz.
Ne demek istediğimi açıklayayım. Geçtiğimiz Kasım ayında Virginia’da bir üniversitede, fuhuşa karşı duruşuyla uluslararası alanda tanınan Kathleen Barry isimli bir feministle tartışıyordum. Kendisi fuhuşun, ortada şiddet olsun ya da olmasın ve rızası olan yetişkinler arasında yapılsın ya da yapılmasın yasaklanması gerektiğinde ısrar ediyor. Kathleen Barry’den Birleşmiş Milletler için kadınlarla ilgili İnsan Hakları Yasası’nı yazması istenmiştir. Bu, Birleşmiş Milletlerin 1995 yılında Çin’in Pekin kentinde düzenlediği Dördüncü Dünya Kadın Konferansı’ndan bu yana büyüyen bir eğilimin parçasıdır. Bu eğilim, radikal feminist politikanın küreselleşmesi olarak adlandırılabilecek bir şeydir, yani feminizmin gündeminin uluslararası politikalara iyice nüfuz etmesidir.
Feminizmin bu küreselleşmesinde, kadınların tek bir hukuk kodu altında ayrıcalıklı muamele görmeyi talep etmeleri söz konusu değildir. Bu politikacılar, biri erkekler, diğeri kadınlar için olmak üzere iki ayrı hukuk sistemi yaratmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, Kathleen Barry ve benim tartışmamız sırasında çatıştığımız noktalardan biri, fuhuş için geçerli olan “suç olmaktan çıkarma” kelimesinin tanımı üzerineydi. Her ikimiz de suç olmaktan çıkarılmasını savunduğumuzu iddia ediyorduk. Ben bu kelimeyle, rıza gösteren yetişkinler arasında seks satışını düzenleyen hiçbir yasa olmaması gerektiğini kastettim. Barry ise fuhuş yapan kadınlara hiçbir yasanın uygulanmaması gerektiği anlamına geliyordu. Sadece erkekler tutuklanmalı ve cezalandırılmalıdır. Başka bir deyişle, bir erkek ve bir kadın aynı eylemi, aynı suçu işlediğinde, yalnızca erkek yasal olarak sorumlu olacaktır.
Bu, kadınlara ve erkeklere eşit olmayan bir şekilde uygulanan bir yasaya sahip olmaktan çok farklıdır. Teklif edilen bu yasa, özellikle ve dikkat çekici bir şekilde, aynı suç için iki insan kategorisi ve iki ceza kategorisi yaratacaktır: muaf olan kadınlar, suçlu olan erkekler. Hem de aynı fiili işledikleri için. Bu korkunç bir gelişmedir.
Temel Haklar Şartı ayrıcalıklar yaratmakta ve hakları korumamaktadır. Toplumu kadınlara karşı erkekler olmak üzere düşman sınıflara ayırmaktadır. Sosyal uyumun temellerinden ve ön koşullarından biri olan her bireyin ayrımcılık yapma hakkını yok etmekte ve bunun yerine toplumsal uyumsuzluğa neden olmaktadır. Kadınların korunmak için güvendikleri bir Baba Figürü rolünü üstlenen devletin gücünü artırmaktadır. Dahası, Avrupa Birliği, Voltaire’in toplumdaki insanlar arasında hoşgörü için ana umut olarak işaret ettiği tek kurumu, yani serbest piyasayı fiilen yok etmektedir.
💯💯💯