Llewellyn H. Rockwell Jr. - 19.09.2022
Sol görüşe mensup Mother Jones dergisinin, Arizona’dan Amerika Birleşik Devletleri Senatosu için Cumhuriyetçi aday adayı olan Blake Masters’ı sevmediği aşikâr. Bu derginin muhafazakâr bir adaya karşı çıkması şaşırtıcı değil, ancak dergideki yazının yazarı Noah Lanard’a göre Blake Masters’ın büyük bir günahı, bir noksanı var:
2005 yılı seçim gününde, o zamanlar Stanford’da ikinci sınıf öğrencisi olan Blake Masters, vejetaryen kooperatifinin e-posta listeleme ve yönetim sistemi servisine iki e-posta gönderdi. İlkinde, şu anda Arizona’da Cumhuriyetçi Senato adayı olan Masters, sınıf arkadaşlarına “Demokrasi denen o sefil ve tuhaf Amerikan dinine tapanlara duyurulur” diye hitap ederek onları Kaliforniya’daki oylama ile ilgili bir makaleyi okumaya davet ediyordu. İkincisinde ise demokrasi karşıtı liberteryenizm konusunda hızlandırılmış bir kurs işlevi görebilecek bir okuma listesi hazırlamıştı. Bu makaleler, 2001 yılında kaleme aldığı Democracy: The God That Failed adlı kitabı ile tanınan Alman ekonomist Hans-Hermann Hoppe’ya aitti. Bunlardan biri olan 1995 tarihli “The Political Economy of Monarchy and Democracy, and the Idea of a Natural Order” başlıklı makalede, “monarşiden demokrasiye tarihsel geçişin ilerlemeyi değil, uygarlığın gerilemesini temsil ettiği” savunuluyordu. Hoppe, “demokrasinin terk edilmesini” savunmanın yanı sıra insanların, “gönüllü olarak belirlenip kabul gören elitlerin hüküm sürdüğü bir doğal elitler düzenine” geçmelerini istiyordu.
Daha fazlası için Noah Lanard’ın “Newly Uncovered Emails Show Blake Masters’ Long History of Hating Democracy” yazısına bakabilirsiniz.
Eminim bir şeylerin eksik olduğunu fark etmişsinizdir. Lanard özetle şöyle diyor: “Hoppe, monarşinin demokrasiden daha iyi olduğunu düşünüyor! Daha ne kadar kötü olunabilir ki!” Elbette bize Hans’ın anarko-kapitalist bir toplumu, yani devletin olmadığı bir toplumu monarşiye tercih ettiğini söylemiyor. Hans mutlak monarşinin de politik yapıların çöküşünde bir aşama olduğunu düşünüyor.
Ama bu konuyu bir kenara bırakalım. Evet, Hans, monarşinin demokrasiden daha iyi olduğunu düşünüyor. Bu neden yanlış olsun ki? Lanard bunu söylemiyor. Ona göre, Hans’ın demokrasiyi eleştirdiği düşüncesi karşısında dehşet içinde soluk soluğa kalmamız gerekiyor. Argümanlarına göz atmamıza bile gerek yok.
Belki de anlatılmak istenen şudur: Masters, Senato için demokratik bir seçimde yarışıyor. Eğer demokrasiyi sevmiyorsanız, adaylığınızı koyarak tutarsız davranmış olmuyor musunuz? Kesinlikle hayır. Monarşistlerin bir adayın diğerinden daha iyi olacağını düşünmesi ve onu desteklemesinde hiçbir tutarsızlık yok.
Lanard’ın zehrinin bir diğer hedefi olan cesur Tom DiLorenzo’nun da aşağıda işaret ettiği gibi, James Madison ve Thomas Jefferson da demokrasiyi sık sık eleştirmişlerdir, ancak yine de Amerika’nın Kurucu Babaları olarak görülmektedirler:
Görünüşe göre, Masters’ın Stanford’daki eski siyasî işbirlikçi solcu sınıf arkadaşlarından bazıları, Mother Jones dergisinin de dâhil olduğu Yalancı Medya Pisliği (LMS; Lying Media Scum) adlı platforma, Masters’ın on yedi yıl önce sınıf arkadaşlarına yazdığı ve onları benim, Murray Rothbard’ın ve Hans-Hermann Hoppe’nın bazı yayınları konusunda uyaran bazı eski e-postaları gönderdi. Her dürüst insanın bildiği gibi bu durum, genel olarak insan ırkının meşru bir üyesi olmasa bile, Amerika’da herhangi bir kamu görevinde bulunmayı kesinlikle yasaklama nedeni olmalıdır. Eski komünist paçavrası, e-postaların Masters’ın “demokrasiden nefret ettiğini” kanıtladığını söylüyor. Aslında bu ifade Masters’ı, The Federalist yazı dizisinin onuncu makalesinde demokrasiyi, komşusu Thomas Jefferson’ın dediğine katılarak “Anayasa’nın zincirleriyle bağlı” olmadığı takdirde sivil hükümeti kaçınılmaz olarak yok edecek “hizip şiddeti” olarak tanımlayan James Madison’a çok benzetiyor. Madison, Anayasa’nın tüm amacının demokrasiyi kısıtlamak ve sınırlandırmak olduğunu söylemişti. (Bu arada hiçbir zaman bu şekilde işlemedi). Dolayısıyla, ne Madison’ın ne de Jefferson’ın Mother Jones kriterlerine göre Amerika’da kamu görevinde bulunabilecek nitelikte olmadıklarını söylemeye gerek yok.
Ama belki de Noah Lanard’ı rahatsız eden başka bir şeydir. Evet, Hans genetikten bahsediyordu! Soylu ailelerden oluşan bir elit tabakaya inanıyordu!
Kendini mutlak monarşist ilan eden ve yakın zamanda arkadaşı Masters’ın kampanyasına ilk siyasî katkısını yapan blog yazarı Curtis Yarvin üzerinde büyük etkisi olan Hoppe’nın, Masters’ın tavsiye ettiği makalelerden birinde açıkladığı gibi: “seçici çiftleşme ve evlilik ile medeni ve genetik miras yasaları nedeniyle, doğal otorite pozisyonlarının birkaç soylu aile içinde aktarılması muhtemeldir.” Bundan sonraki yol, doğal elitin yeni yetki alanlarında yeniden ortaya çıkabilmesi için “tüm ademimerkeziyetçi ve hatta ayrılıkçı toplumsal güçlere” “ideolojik destek” sağlamaktı.
Lanard, sanki Hans “Üstün Irk” tarafından kurulan bir diktatörlüğü destekliyormuş gibi konuşuyor. Burada, kendisinin de makalenin başlarında belirttiği bir nokta ihmal edilmiştir. Hans doğal liderlerin “gönüllü olarak kabul edileceğini”, kimseye dayatılmayacağını salık veriyordu. Görünüşe göre Lanard, Hans’ın devletin hiç olmadığı bir sosyal sistem istediği gerçeğini dikkate alamıyor. Bu yüzden yinelemekte fayda var: Hans bir anarko-kapitalisttir.
Lanard yazısında bize bir iyilik yapıp bizi Hans’ın “The Political Economy of Monarchy and Democracy and the Idea of a Natural Order” başlıklı harika makalesine yönlendiriyor.
Bu makaleyi incelediğimizde, içgörülerle dolu olduğunu ve Hans’ın önemli bir siyasî düşünür olarak konumunu doğrular nitelikte olduğunu göreceğiz. Öncelikle, monarşilerin neden demokrasilerden daha iyi olabileceğini açıklıyor. Her ikisi de bir zorlama ve cebir kurumu olan devletin parçasıdır, ancak özel mülkiyete ait zorlama kurumları, var olmayan “kamuya” ait olanlardan daha az baskıcı olabilir.
Özel devlet mülkiyetinin belirleyici özelliği, kamulaştırılan kaynakların ve gelecekteki kamulaştırma tekel imtiyazının bireysel olarak sahiplenilmesidir. El konulan kaynaklar hükümdarın özel mülküne eklenir, sanki onun bir parçasıymış gibi muamele görür, gelecekteki kamulaştırma tekeli ayrıcalığı bu mülke bir unvan olarak eklenir ve bugünkü değerinde anında bir artışa yol açar (“tekel kârının sermayelendirmesi”). Hepsinden önemlisi, hükümdar, devlet mülkünün özel sahibi olarak mallarını kişisel varisine devretme hakkına sahiptir; ayrıcalıklı mülkünün bir kısmını veya tamamını satabilir, kiralayabilir veya bağışlayabilir ve satış veya kiralamadan elde edilen gelirleri özel olarak servetine ekleyebilir, mülkünün her yöneticisini ya da çalışanını kişisel olarak işe alabilir veya işten çıkarabilir. Öte yandan, kamuya ait bir devlette, devlet aygıtının kontrolü bir kayyum ya da bekçi gibi geçici kişilerin elindedir. Kayyum bu aygıtı kendi kişisel çıkarları için kullanabilir ancak aygıtın sahibi değildir. Devlet kaynaklarını satamaz, gelirlerini özel olarak servetine katamaz ya da devlet mallarını kişisel varisine devredemez. Devlet kaynaklarını kullanma hakkına sahiptir, ancak sermaye değerine sahip değildir. Dahası, özel bir hükümet sahibi pozisyonuna giriş, sahibinin kişisel takdir yetkisine tâbi iken, geçici yönetici/bakıcı pozisyonuna giriş herkese açıktır. Prensipte herkes hükümetin bekçisi olabilir. Bu varsayımlardan birbiriyle ilişkili iki temel öngörü çıkarılabilir:
Özel bir hükümet sahibi sistematik olarak daha uzun bir planlama ufkuna sahip olma eğiliminde olacaktır, yani zaman tercihi derecesi daha düşük olacaktır ve buna bağlı olarak ekonomik sömürü derecesi, bir hükümet bekçisinden daha az olma eğiliminde olacaktır.
Daha yüksek bir sömürü derecesine tâbi olarak, hükümet dışı halk da özel hükümet sahipliği rejimine kıyasla kamu mülkiyetindeki bir hükümet sistemi altında nispeten daha fazla bugüne odaklı yaşamak zorunda kalacaktır.
Murray Rothbard’a göre modern siyasetin temel sorunu savaştır ve Hans da saygıdeğer akıl hocasının izinden gitmektedir:
Temel ekonomi teorisinin bakış açısından ve tarihsel kanıtların ışığında, modern tarihin revizyonist bir görünümü ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın sürekli olarak daha yüksek ilerleme seviyelerine doğru yürüdüğü Whig Tarih Teorisi yanlıştır. Daha az sömürüyü daha fazlasına tercih eden ve ileri görüşlülük ile bireysel sorumluluğu, dar görüşlülük ve sorumsuzluktan üstün tutanların bakış açısına göre, monarşiden demokrasiye tarihî geçiş ilerlemeyi değil, uygarlığın gerilemesini temsil etmektedir. Daha fazla veya başka göstergeler dâhil edildiğinde de bu kanı değişmez. Hatta, bilakis tam tersi durum geçerlidir. Sömürünün ve bugüne odaklılığın yukarıda tartışılmayan en önemli göstergesi şüphesiz savaştır. Ancak bu gösterge de dâhil edildiğinde, demokratik cumhuriyetçi hükümetin göreceli performansının daha iyi değil, daha da kötü olduğu görülmektedir. Artan sömürü ve toplumsal çürümeye ek olarak, monarşiden demokrasiye geçiş sınırlı savaştan topyekûn savaşa geçişi de beraberinde getirmiştir ve demokrasi çağı olan 20. yüzyıl da tarihin en kanlı dönemleri arasında yer almaktadır.
Murray gibi Hans da sadece bir teorisyen değil, aynı zamanda bir eylem adamıdır. Kitle demokrasisinin korkunç saltanatı hakkında ne yapmamız gerektiğine cevaplar aramış ve sunmuştur:
Öncelikle, demokrasi ve çoğunluk yönetimi fikri gayrimeşru ilan edilmelidir. Nihayetinde tarihin gidişatını, doğru ya da yanlış olsun, fikirler belirler. Nasıl ki krallar, kamuoyunun çoğunluğu tarafından meşru kabul edilmedikçe yönetimlerini sürdüremezlerse, demokratik yöneticiler de kamuoyunun ideolojik desteği olmadan uzun süre yönetimde kalamazlar. Aynı şekilde, monarşik yönetimden demokratik yönetime geçiş de temelde kamuoyundaki bir değişimden başka bir şey olarak açıklanmamalıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Avrupa’da halkın ezici çoğunluğu, monarşik yönetimi meşru kabul ediyordu. Bugün ise neredeyse hiç kimse bunu kabul etmemektedir. Aksine, monarşik yönetim fikri gülünç olarak değerlendirilmektedir. Sonuç olarak, “eski rejim”e geri dönüş imkânsız olarak görülmektedir. Monarşik yönetimin meşruiyeti geri dönülmez bir şekilde kaybolmuş görünmektedir. Böyle bir geri dönüş de gerçek bir çözüm olmayacaktır. Zira monarşiler, göreceli değerleri ne olursa olsun, şimdiki zamana odaklanmayı istismar etmekte ve buna katkıda bulunmaktadır. Aksine, demokratik cumhuriyet yönetimi fikri, en azından devam eden medeniyetten kopuş sürecinin kaynağı olarak tanımlanarak, aynı derecede, hatta daha da gülünç addedilmelidir.
Mother Jones’un yalanlarını ciddiye alacak olsaydınız, Hans’ın monarşiye geri dönülmesi çağrısında bulunmasını beklerdiniz. Ama bu çağrıda bulunmuyor. O, gönüllülük esasına dayalı bir toplum düzeni arzuluyor:
Çeşitli özel mülk sahipleri arasındaki gönüllü faaliyetlerin doğal sonucu kesinlikle eşitlik yanlısı değildir, hiyerarşiktir ve elitizmi savunur. Çok çeşitli insan yeteneklerinin bir sonucu olarak, herhangi bir karmaşıklık derecesindeki her toplumda birkaç birey hızla elit statüsü kazanır. Zenginlik, bilgelik, cesaret ya da bunların birleşiminden oluşan üstün başarıları sayesinde bazı bireyler “doğal otoriteye” sahip olurlar ve görüşleriyle yargıları geniş çapta saygı görür. Dahası, seçici çiftleşme, evlilik ile medeni ve genetik miras yasaları nedeniyle, doğal otorite pozisyonlarının birkaç soylu aile içinde aktarılması muhtemeldir. Üstün başarı, ileri görüşlülük ve örnek kişisel davranışlar konusunda köklü geçmişlere sahip olan bu ailelerin reisleri, insanların birbirleriyle olan anlaşmazlık ve şikâyetlerinde başvurdukları kişilerdir ve doğal elitlerin bu liderleri, otorite sahibi bir kişinin gerektirdiği ve ondan beklenen bir yükümlülük duygusuyla ve hatta özel olarak üretilen bir “kamu malı” niteliğindeki sivil adalete yönelik ilkeli bir kaygıyla, genellikle ücretsiz olarak yargıç ve arabulucu olarak faaliyet gösterirler.
Tüm bunlar ışığında bu büyük düşünürden öğrenebileceğimiz her şeyi öğrenmeliyiz. Murray Rothbard ona saygı duyuyordu; biz de duymalıyız.
Comments