Joseph R. Peden - 01.04.1971
Liberteryenler sıklıkla Devletin zulmünden kaçmayı hayal etmişlerdir; bazıları bunu uzak ve ıssız topraklarda inzivaya çekilerek ya da gönüllü birliktelik ve karşılıklı yardımlaşma ilkesiyle bir arada tutulan küçük topluluklar hâlinde yaşayarak gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Ancak tarihçiler bu tür deneylerin nadiren uzun süre huzur ve barış içinde varlığını sürdürdüğünü bilirler; er ya da geç Devlet onları bulur ve içgüdüsel şiddet isteğiyle, ikna yerine tehdit ve baskı, gönüllülük yerine cebir ve dayatma manyaklığıyla onların karşısına dikilir. Mormonların ve Mennonitlerin, Yehova Şahitlerinin ve Amişlerin ve diğerlerinin kaderi de hep böyle olmuştur.
Dünyanın dört bir yanındaki sömürülen halkların farkına varmaya başladığı gibi, gerçek düşmanları -Devletin baskıcı şiddeti- her zaman kendi içlerindedir ve sürekli olarak onun hâkimiyetinin tam kalbinde mücadele edilmelidir. Her liberteryen bulunduğu her yerde, yani evinde, iş yerinde, okullarda, toplumda ve genel olarak dünyada Devlete karşı koymalıdır. Onun görevi Devlete direnmek ve elindeki her türlü araçla onu parçalamaktır.
Tarihsel açıdan bakıldığında Devletler kendi istekleriyle ya da kolaylıkla parçalanmazlar. Rusya’da 1917’de ya da Fransa’da 1968’de olduğu gibi şaşırtıcı bir hızla dağılsalar da, neredeyse her zaman yerlerini alacak yeni Devletler ortaya çıkar. Bence bunun nedeni, insanların, Devletin baskıcı şiddeti olmaksızın mükemmel özgürlüğe, can ve mal güvenliğine, hukuk ve adalete ulaşılabilecek bir toplumun pratikte uygulanabilirliğine inanmaya kendilerini ikna edememeleridir. İnsanlar o kadar uzun süredir Devlet tarafından köleleştirilmişlerdir ki kendilerini Devletçi bir zihniyetten kurtaramamaktadırlar. Sosyal gerçekliğin gerekli bir parçası olarak Devlet miti, liberteryen voluntarist bir toplumun başarıyla varolmasının önündeki en büyük yegâne engeli teşkil etmektedir.
Oysa tarihçi, eğer bakmayı ve bulguları açıklamayı seçerse, pek çok toplumun Devletin varlığı, zorlayıcı aygıtları ve örgütlü şiddet tekeli olmaksızın da başarıyla işlediğini görecektir. Benim buradaki amacım böyle bir toplumun örneğini sunmaktır; bin yıldan fazla bir süre boyunca varlığını sürdürmüş olan bu toplum, ancak daha kalabalık, zengin ve saldırgan bir komşu devletin devasa askerî çabalarıyla son bulmuştur. Size, 17. yüzyılda birbirini izleyen İngiliz hükümetlerinin askerî zaferleri, yasal yağmaları ve soykırım politikalarının ardından İngiliz Devletine karşı altı yüzyıl süren bir mücadelenin sonuna gelerek yok olan Kelt İrlandasının bin yıllık anarşik toplumunu anlatacağım.
İngiliz tarihçiler İrlanda’nın bu akıbetini genellikle halkını medeniyetsiz ve barbar, toplumsal yapısını da anarşik olarak nitelendirerek meşrulaştırmışlardır. Christopher Dawson bu noktada oldukça nettir: “Barbar toplumun özü, vatandaşlık ya da Devletin mutlak otoritesinden ziyade, akrabalık ilkesine dayanmasıdır.” İrlanda toplumsal bütünlüğünü kesinlikle akrabalık ilişkilerine dayandırmıştır ve hiçbir zaman Devletin mutlak otoritesi tarafından verilen bir vatandaşlığın tartışmaya açık avantajlarından faydalanmamıştır.
İrlanda’nın Norman istilası ve sömürgeleştirilmesi konularında yetkin bir Anglo-İrlandalı tarihçi olan Goddard Henry Orpen, Kelt İrlanda toplumunun “anarşik” olduğunu, “medeni bir toplumda” alışılagelmiş siyasî kurum ve görevlilerin neredeyse hiçbirine sahip olmadığını açıkça dile getirmiştir. Eoin MacNeill gibi 1916-1922 yılları arasında İngiliz egemenliğinin yıkılması mücadelesine aktif olarak katılmış olan milliyetçi tarihçiler, bu görüşleri İngiliz işgalcilerin bir başka karalaması olarak değerlendirmiş ve kadim İrlandalıların ihtiyaç duydukları kadar devlete sahip oldukları konusunda ısrarcı olmuşlardır.
Ulusal kurtuluş için verilen büyük mücadeleye MacNeill’dan daha az kapılmış olan daha yeni nesil İrlandalı tarihçiler ise utanç verici bir gerçeği samimiyetle kabul etmişlerdir: İrlanda toplumu gerçekten de anarşikti. Kadim İrlanda hukuku konusunda önde gelen çağdaş İrlanda uzmanı Daniel Anthony Binchy’nin yazdığı gibi: “...yasama organı, icra memurları, polis, hukukun kamusal yaptırımı söz konusu değildi ve Devlet sadece embriyo hâlinde mevcuttu. Devlet tarafından idare edilen adalet sisteminden eser yoktu.”
Ancak İrlanda esasen anarşist (ya da liberteryen) bir toplumsa, yasalar ve düzen nasıl tesis edilmişti? Adalet nasıl sağlanmıştı? Sürekli savaş ve yaygın suç ortamı yok muydu?
Öncelikle bu sorulardan sonuncusuna cevap vermek gerekirse, elbette savaşlar ve suç olayları vardı. Savaşın ve suçun olmadığı bir toplum -devletçi ya da başka türlü bir sistemde- hiç oldu mu ki? Ancak İrlanda savaşları neredeyse hiçbir zaman diğer “medeni” Avrupa halkları arasında bilinen ölçekte olmamıştır. Vergilendirme ve zorunlu askerlik yoluyla büyük miktarlarda silah ve insan gücünü harekete geçirebilen Devletin zorlayıcı aygıtı olmaksızın, İrlandalılar sahada herhangi bir süre boyunca büyük ölçekli bir askerî gücü muhafaza edememişlerdir. İrlanda savaşları, 16. ve 17. yüzyıllarda İngiliz işgalinin son aşamasına kadar, Avrupa standartlarına göre zavallıca arbedeler ve sığır yağmalarından ibaretti. Çağdaş İrlandalı tarihçi Kathleen Hughes, 12. yüzyılda II. Henry döneminde başlayan ve ancak 17. yüzyılın sonlarında III. William döneminde tamamlanan İngiliz işgalinin bu kadar uzun sürmesinin bir nedeninin de Kelt İrlandasında iyi örgütlenmiş bir devletin bulunmaması olduğunu belirtmiştir. Devletçi bir otorite anlayışına alışkın olmayan bir halk, savaştaki bir yenilgiyi özgürlükleri üzerindeki geçici bir sınırlamadan başka bir şey olarak göremez. Düşmana boyun eğmek, aslında, isyan etme ve özgürlüğü geri kazanma fırsatı ortaya çıkana kadar kişinin hayatını korumak için gerekli ve geçici bir çareden başka bir şey olarak görülmez. Elbette İngilizler İrlandalıları azılı sadakatsizler olarak görüyorlardı (İngiliz işgalcilerine boyun eğme taahhütlerini ve bağlılık yeminlerini defalarca ihlal ve reddetmişlerdi); İngiliz yorumcular tarafından defalarca doğuştan, iflah olmaz asiler, barbarlar, İngiliz Devleti’nin sunduğu kanun ve nizama boyun eğmeyi reddeden vahşiler olarak nitelendirilmişlerdi. Devletin zorbalığına alışmış insanların köle zihniyetinden uzak olan İrlandalılar, özgürlüklerinden ve liberteryen yöntemlerinden vazgeçmeyi reddediyorlardı.
Şimdi İrlanda toplumunu ve İrlanda’nın toplumsal kurumlarını daha yakından inceleyelim.
Eski İrlandalıların temel yönetim birimi Tuath’tı. Üyelik, toprak sahibi olan ya da şairler, kahinler, doktorlar, hukukçular veya din adamları gibi saygın öğrenilmiş mesleklere mensup olan ya da değirmenciler, metal işçileri, mimarlar, ahşap oymacıları, gemi ustaları, balıkçılar, müzisyenler, at arabası yapımcıları gibi yetenekli zanaatkârlar olan özgür erkeklerle sınırlıydı. Mülksüzler, köleler, yabancılar, yasaklı kişiler ve ufak zanaatkârlar bunun dışındaydı. Siyasî faaliyetler tüm Özgür Adamlar’ın katıldığı yıllık mecliste ele alınırdı; krallar seçilir ya da tahttan indirilir, savaşlar ilân edilir ve barış anlaşmaları üzerinde mutabakata varılır, ortak çıkarlar tartışılır ve politikalar karara bağlanırdı. Meclis, egemen halkın faaliyet göstermesiydi.
Tuath’ın üyeleri, rastlantısal durumlar dışında, akrabalık bağlarıyla bağlı olmak zorunda değildi. Tuath, gerçek ya da hayalî ortak bir akrabalığa dayanma anlamında bir kabile ya da klan değildi. Akrabalar genellikle farklı Tuatha’lar içinde yaşar ve hareket ederdi ve bireysel üyeler ayrılabilir ve genellikle başka bir Tuatha’ya katılabilirdi. Ayrıca iki ya da daha fazla Tuatha birleşerek tek bir çatı altında toplanabilirdi ve toplanmışlardır da. Dolayısıyla Tuath, sosyal açıdan faydalı amaçlar için gönüllü olarak bir araya gelmiş bir insan topluluğudur ve üyelerinin toprak mülklerinin toplamı onun bölgesel boyutunu oluşturmaktadır. Tarihsel olarak İrlanda tarihinin farklı dönemlerinde 80 ila 100 kadar Tuatha vardı ve bunlardan çok azı modern İrlanda topraklarının dörtte biri ila üçte birinden daha büyüktü. Nüfusun da 25.000 kişiyi geçmesi pek olası değildi ve genellikle daha azdı.
Tuath içindeki en yetkili kişi kraldı. Eski İrlanda’daki krallık kurumunun doğası Hıristiyanlık öncesi dönemlere dayandırılmalıdır. Eski halklar arasında yaygın olduğu gibi, temel sosyal birim -burada Tuath- esasen bir kült birliğiydi. Kült, tapınanlar arasında sosyal, siyasî ve askerî işbirliğinin temelini oluşturur. Kral her şeyden önce kültün baş rahibidir; aynı şekilde tapınanlar topluluğuna önderlik eder ve hem dünyevi hem de kutsal işlevlerde onlar adına faaliyet gösterir. İrlanda kralları açıkça Tuath’ın baş rahipleriydiler; yemin törenleri, toplantıların yapıldığı yerler ve halkın gelenekleri bu gerçeği doğrulamaktadır. Hıristiyanlığa geçilmesiyle birlikte kralların dinî işlevleri Hıristiyan uygulamalarının gereklerine uyacak şekilde değiştirilmiş, ancak tamamen ortadan kaldırılmamıştır.
Yaygın olduğu üzere, kraliyet pagan rahipliklerinde olduğu gibi kalıtsaldı. Kral, kral olan ortak bir atanın soyundan gelen üç nesildeki tüm erkeklerden oluşan bir kraliyet akraba/soy grubu (derbfine) içinden Tuath tarafından seçilirdi. Kraliyet akraba grubu genellikle kendi üyelerinden birini aday gösterir ya da bir anlaşmazlık ortaya çıktığında ve başka türlü çözülemediğinde ortak krallar seçilirdi. Tuath’ı memnun etmeyen krallar genellikle tahttan indirilirdi ve herhangi bir şekilde sakatlananlar tahttan çekilmek zorundaydı -bu, kral makamına bağlı birçok tabudan biri olan dinî bir tabunun sonucuydu.
Kral ne ölçüde bir devletin temsilcisiydi? İrlanda krallarının devlete benzer nitelikte yalnızca iki işlevi vardı: Tuath meclisine başkanlık etmeleri ve diğer Tuatha’larla müzakerelerde onu temsil etmeleri gerekiyordu; ve savaşa girdiklerinde Tuath’a önderlik etmeleri bekleniyordu. Kendisi açıkça bir hükümdar değildi ve tuath üyeleri üzerinde adaleti sağlama hakkını kullanmıyordu. Kendisi bir davaya taraf olduğunda, davasını bağımsız bir yargı hakemine teslim ederdi. Ve yasama faaliyetinde bulunmazdı.
O hâlde kanun ve düzen nasıl sağlanıyordu?
Her şeyden önce, hukukun kendisi filid olarak bilinen profesyonel hukukçular sınıfı aracılığıyla sözlü olarak aktarılan eski geleneklere dayanıyordu. Bu hukukçular zaman zaman temel hukuka eklemeler yaparak onu zamanın ihtiyaçlarına uygun kılmaya çalışırlardı; çeşitli hukuk ekolleri mevcuttu ve profesyonel hukukçulara anlaşmazlıkların tarafları tarafından belirli davalarda yasanın ne olduğuna dair tavsiye için danışılırdı ve aynı adamlar genellikle davacılar arasında hakem olarak hareket ederlerdi. Her zaman özel kişiler olarak kalmışlar, kamu görevlisi olmamışlardı; işlevleri hukuk bilgilerine ve adli itibarlarının dürüstlüğüne bağlıydı. Kelt İrlandasının tanıdığı tek “yargıçlar” onlardı; onların hukuku İrlanda’nın tek hukukuydu, ulusal kapsamdaydı ve Tuath’tan, krallardan ve onların isteklerinden tamamen bağımsızdı.
Filidlerin bu hukuku nasıl uygulanıyordu? Yasa, bir kefalet sistemi aracılığıyla davacı ve davalı ile iki tarafın kefil müttefikleri olan özel şahısların eylemleriyle yerine getiriliyordu. İnsanlar, yanlışların düzeltileceğini, borçların ödeneceğini, adli kararların yerine getirileceğini ve yasanın uygulanacağını garanti etmek için birbirlerine kefil olmak zorunda oldukları bir dizi bireysel ilişkiyle birbirine bağlıydı.
İrlanda hukukunda kefalet sistemi o kadar gelişmişti ki devletçi bir adalet sistemine ihtiyaç duyulmuyordu.
Üç farklı kefalet türü vardı: Birinde kefil, borçlunun ödemediği ya da ödeyemediği bir borcun ödenmesini kendi mal varlığıyla garanti ediyordu. Bir diğerinde kefil, borçlunun temerrüde düşmeyeceğine dair kendi şahsını teminat gösteriyordu; borçlu temerrüde düşerse, kefil kendisini alacaklıya rehin olarak teslim etmek ve daha sonra da kendisini rehin alan kişiyle bir uzlaşma görüşmesi yapmak zorundaydı. Üçüncü kefalet türünde ise borçlu hükmedilenin tamamını ödemezse alacaklıya katılarak hükmün gereğini yerine getirmeyi taahhüt edebilirdi; bu durumda borçlu hem alacaklıya diyetini ödemek hem de kefile onurunu zedelediği için bir tazminat ödemek zorunda olduğundan çifte zarara uğrardı.
Neredeyse akla gelebilecek her türlü hukukî işlem kefalet alınması ve verilmesi yoluyla gerçekleştiriliyordu. İrlanda hukuku haksız fiil ve cezai suçlar arasında hiçbir ayrım yapmadığından, tüm suçlular borçlu olarak kabul ediliyordu -mağdurlarına hak iadesi, telafi ve tazminat borçluydular- ve böylece mağdurlar da onların alacaklısı oluyordu. Mağdur kefillerini toplar ve suçluyu yakalamak ya da davasını alenen ilân etmek ve suçluyu aralarındaki anlaşmazlıkları karara bağlamaya davet etmek için harekete geçerdi. Bu noktada suçlu, kefillerini olay yerinde bir uzlaşma görüşmesi yapmak üzere gönderebilir ya da davayı filidlerden birine sunmayı kabul edebilirdi.
İrlanda hukuku, yoksul insanların zengin ve güçlü insanlarla aralarındaki bir anlaşmazlığı filid tarafından müzakere ya da tahkime götürmekte zorlanabileceği gerçeğini kabul etmiştir. Bu nedenle özel bir tür ihtiyati haciz usulünü tesis etmiştir. Bu usule göre, davacı davalının evinin kapısına gelmek ve gün batımından gün doğumuna kadar orada oturup oruç tutmak zorundaydı; davalı da aynı şekilde ya benzer bir oruç tutmak ya da anlaşmazlığın karara bağlanmasına boyun eğmek zorundaydı. Eğer orucunu bozar ya da üç gün boyunca yargılamayı reddederse, toplum içindeki onurunu kaybettiği söylenirdi ve herhangi bir hak iddiasında ve talebinde bulunamazdı. Yasanın belirttiği gibi: “Oruç tutacağına dair söz vermeyen ve orucunu bozan kişi her şeyden kaçıyor demektir. Her şeyi hiçe sayan kişinin diyetini ne Tanrı ne de insanlar öder.” Dolayısıyla nihai yaptırım, toplum tarafından yasadışı/yasaklı kabul edilmekti, yani kişinin kendi yasal statüsünü kaybetmesiydi. Adaleti sağlamak için toplumun ahlâkî duygularını harekete geçiren bu gelenek, 1916-1922 İngiliz-İrlanda savaşı sırasında, İngiliz nezaretindeki İrlandalı mahkumların, davalarına halkın sempatisini kazandırmak için açlık grevine başvurdukları zaman da kullanılmıştı. (Gandhi’nin İngiliz emperyalizmine karşı mücadelesinde kullandığı taktiği hatırlayanlar, eski Hindu hukukunda da tıpkı eski İrlanda hukukunda olduğu gibi bir oruç/açlık prosedürü olduğunu öğrenince şaşırmamalıdır.)
İrlanda toplumunun esasen liberteryen doğası, yerli İrlandalıların hiçbir zaman madeni para basmamasında da görülebilir. Tarihçiler bu olguyu genellikle İrlanda toplumunun barbar doğasının, ekonomik ve teknolojik geri kalmışlığının bir başka işareti olarak yorumlamışlardır. Nitekim, antik Britanya ve Galya’nın Kelt devletleriyle, daha sonra Britanya’nın Roma ve Anglo-Sakson halklarıyla ve İrlanda kıyılarında ticaret kolonileri kuran Viking prensleriyle temas kurmalarına ve hepsi de kendi topraklarında gümüş sikke basmalarına rağmen, İrlandalıların aynı şeyi yapmamış olması gariptir. Şüphesiz, yerel kaynaklardan hem altın hem de gümüşe erişimleri vardı; yurtdışına seyahat ediyorlardı ve komşularının parasal kullanımlarını biliyorlardı; ve Tara broşu ya da Ardagh kadehi gibi şaheserleri yaratabilecek metal işçileri kesinlikle sikke basabilecek kapasitedeydi.
Öyleyse neden bunu yapmadılar? Liberteryenler olası bir nedeni hemen görebilirler. Sikke basımı genellikle, resmî ödeme aracı yasaları aracılığıyla piyasa aktörlerini, külçe değerine kıyasla her zaman aşırı değerli olan devlet sikkelerini kabul etmeye zorlayan Devlet tekelcilerinin işidir. Devlet zoruyla dayatılan bir mübadele aracı yerine serbest piyasa değeri üzerinden mübadele edilen bir külçeyi tercih eden serbest piyasada, tağşiş edilmiş ve değeri düşürülmüş bir madeni paranın kullanımını ancak Devletin zorlayıcı gücü sürdürebilir.
Bu nedenle, Britanya’da sikkenin kullanılmaya başlanmasından bin yıl sonra dahi İrlandalılar arasında sikkeye rastlanmaması, İrlanda toplumunda devletin yokluğunun bir başka kanıtıdır.
12. yüzyılda Normanların İrlanda’yı işgalinin etkisi altında, İrlanda gelenekleri ve kurumları, İngiliz emperyalistlerinin devletçiliğinin temsil ettiği gibi yabancı bir sosyal ve siyasî sistemle başa çıkmaya çalışırken önemli ölçüde zorlanmıştı. Neticede bu iki sistem birbiriyle bağdaşmıyordu. Güçlü mutlakiyetçi eğilimleri olan Tudor monarşisi altında, yerli İrlandalılara karşı sistematik, yoğun ve nihayetinde başarılı bir işgal ve kültürel soykırım politikası yürütüldü. 17. yüzyıldaki isyanlar, işgaller, yasal yağma şeklinde el koymalar eski anarşik toplumun yıkımını tamamlamıştı. Yine de özgürlük ruhu, yabancıların baskısı ne zaman şiddetlense günümüze kadar tekrar tekrar ortaya çıkmak üzere İrlanda köylüsünün kalbinde yaşamaya devam etmiştir. Geçmişin gölgesi İrlanda’da her zaman çok gerçek ve mevcut olmuştur ve özgürlüğün anısı insanların zihninden hiç silinmemiştir.
Not: Devletsiz toplumlar hakkında yazan tarihçiler, esasen devletsiz olan fikir ve kurumları tanımlarken “devletçi” terminoloji ve kavramları kullanma eğilimindedir. İrlandalı tarihçiler bu konuda özellikle suçludur. Myles Dillion, The Celtic Realms (Londra, 1967) ve Early Irish Society (Dublin, 1954) adlı eserleriyle; ayrıca Daniel Anthony Binchy, Anglo-Saxon and Irish Kingship (Londra, 1970) adlı eseriyle; ve Kathleen Hughes, Annette Jocelyn Otway-Ruthven’in A History of Medieval Ireland (Londra, 1968) adlı kitabına yazdığı giriş yazısıyla bu eğilimden kaçındığı görülebilen önemli tarihçilerdir.
コメント