Murray N. Rothbard - 01.04.1984
Burton Blumert, Lew Rockwell, David Gordon ve Murray Rothbard
Halkın önemli konulardaki düşüncelerini çarpıtan ve bizim sağlam olmayan, tehlikeli hükümet politikalarını kabul etmemize yol açan çok sayıda ekonomik safsata ile kuşatılmış durumdayız. Bu safsataların en tehlikeli olan on tanesi ve bunların ne bakımdan yanlış olduğunun bir analizi aşağıda sunulmuştur.
Safsata 1: Bütçe açıkları enflasyonun sebebidir; bütçe açıklarının enflasyonla hiçbir ilgisi yoktur.
Son birkaç on yılda, sürekli olarak federal bütçe açıklarımız oldu. İktidar olmayan partinin (hangi parti olursa olsun) buna tepkisi daima sürekli enflasyon sebebi olduğu için bu açıkları eleştirmekti. İktidarda olan parti ise sürekli olarak bütçe açıklarının enflasyonla hiçbir ilgisi olmadığını iddia etmektedir. Bu zıt ifadelerin her ikisi de safsatadır.
Bütçe açıkları federal hükümetin topladığı vergiden daha fazlasını harcadığı anlamına gelmektedir. Bu açıklar iki şekilde finanse edilebilir. Eğer halka Hazine bonosu satarak finanse edilirlerse bu durumda bütçe açıkları enflasyona yol açmaz. Yeni para yaratılmamıştır. İnsanlar ve kurumlar basitçe bankadaki paralarını çekip bono almaktadırlar ve Hazine bu parayı harcamaktadır. Para basitçe halktan Hazineye transfer edilmektedir ve daha sonra halktan başka birilerine harcanmaktadır.
Öte yandan bütçe açığı bankacılık sistemine bono satarak finanse edilebilir. Eğer bu olursa, bankalar yeni banka hesapları açarak yeni para yaratırlar ve bu paraları bono satın almak için kullanırlar. Banka depozitoları şeklindeki yeni para daha sonra Hazine tarafından harcanır ve bu şekilde ekonominin harcama akışına girer, fiyatları yükseltir ve enflasyona yol açar. Karmaşık bir işlemle ABD Merkez Bankası (FED) ilgili miktarın onda biri ile banka rezervi oluşturarak yeni para yaratmalarına izin verir. Eğer bankalar bütçe açığını finanse etmek için 100 milyar dolarlık yeni bono alacaklarsa, FED yaklaşık 10 milyar dolar eski Hazine bonosu satın alır. Bu satın alma banka rezervlerini 10 milyar dolar artırır ve bankaların bu miktarın 10 katı kadar yeni banka depozitosu veya para yaratma piramidi yapmalarına izin verir. Kısaca hükümet ve onun kontrol ettiği bankacılık sistemi aslında federal bütçe açığını finanse etmek için yeni para “basmaktadırlar.”
Bu nedenle bütçe açıkları bankacılık sistemi ile finanse edildikleri ölçüde enflasyona yol açıcıdırlar. Halk tarafından karşılandıkları ölçüde enflasyona yol açıcı değillerdir.
Bazı siyasetçiler, bütçe açıkları ve enflasyonun birbiri ile hiçbir ilişkiye sahip olmadığının “kanıtı” olarak bütçe açıklarının hızlandığı ve enflasyonun düştüğü 1982-83 dönemine işaret ederler. Bu bir kanıt değildir. Genel fiyat değişiklikleri iki faktör tarafından belirlenir: para arzı ve talebi. 1982-83 döneminde FED yıllık yaklaşık %15 gibi çok yüksek bir oranla yeni para yaratmıştır. Bu paranın çoğu artan bütçe açığını finanse etmeye gitmiştir. Ancak öte yandan bu iki yıldaki ciddi depresyon ciddi işletme zararlarına tepki olarak paraya olan talebi artırmıştır (yani paranın mallara harcanma isteğini azaltmıştır). Para talebindeki bu geçici telâfi edici artış, bütçe açıklarını daha az enflasyona yol açıcı yapmaz. Aslında iyileşme sağlandıkça, harcama hızlanmış ve paraya olan talep azalmıştır. Yeni paranın harcanması enflasyonu hızlandırmıştır.
Safsata 2: Bütçe açıklarının özel sektör yatırımlarını azaltıcı etkisi yoktur.
Son yıllarda Birleşik Devletler’de düşük tasarruf ve yatırım oranı bulunduğu şeklinde anlaşılabilir bir endişe vardır. Endişelerden biri büyük federal bütçe açıklarının tasarrufları üretken olmayan hükümet harcamalarına yönlendireceği ve böylece yatırımı azaltarak halkın yaşam standardını geliştirme ve hatta devam ettirme konusunda daha da büyük uzun vadeli problemlere yol açacağıdır.
Bazı siyasetçiler yine bu suçlamayı istatistiklere bakarak çürütmeye çalıştılar. 1982-83’te, bütçe açıklarının fazla olduğunu ve faiz oranları düşerken artmaya devam ettiğini belirtmekte ve dolayısıyla bütçe açıklarının yatırımları azaltıcı etkisi olmadığına işaret etmektedirler.
Bu sav da mantığı istatistiklerle çürütmeye çalışma yanılgısını göstermektedir. Faiz oranları resesyon döneminde borç alan işletmelerdeki azalmadan dolayı düşmüştü. Ancak “gerçek” faiz oranları (faiz oranları eksi enflasyon oranı) eşi benzeri görülmemiş şekilde yüksek kalmıştı (kısmen çoğumuz tekrar başlayan enflasyon beklediği için, kısmen de yatırımları azaltma etkisi nedeniyle). Her hâlükârda İstatistikler mantığı çürütemez ve mantık bize söylüyor ki eğer tasarruflar hükümet bonolarına giderse üretken yatırım için bütçe açığı olmayan duruma göre daha az tasarruf mevcut olacaktır. Eğer bütçe açıkları halk tarafından finanse edilirse bu durumda tasarrufların hükümet projelerine gitmesi doğrudandır ve aşikârdır. Eğer bütçe açıkları banka enflasyonu ile finanse edilirse, tasarrufların hükümet programlarına gitmesi dolaylıdır. Bu durumda halk tarafından tasarruf edilen eski para konusunda kaynaklar için rekabet eden hükümetin “bastığı” yeni para nedeniyle yatırımları azaltma etkisi meydana gelmektedir.
Milton Friedman, sadece bütçe açıkları değil tüm hükümet harcamalarının özel tasarrufları ve yatırımları eşit şekilde azalttığını iddia ederek bütçe açıklarının yatırımları azaltma etkisini çürütmeye çalışmaktadır. Vergiler yoluyla emilen paranın, alınmaması durumunda özel tasarruflara veya yatırımlara gidebileceği doğrudur. Ancak bütçe açıkları genel harcamaya göre çok daha fazla bir yatırım azaltıcı etkiye sahiptir, çünkü halk tarafından finanse edilen bütçe açıkları açık şekilde tasarrufları ve sadece tasarrufları kullanır, hâlbuki vergiler halkın tasarrufları yanında tüketimini de azaltır.
Bu nedenle hangi taraflarından bakarsanız bakın, bütçe açıkları ciddi ekonomik problemlere yol açarlar. Eğer bankacılık sistemi yoluyla finanse edilirlerse, enflasyona yol açarlar. Ancak halk tarafından finanse edildiklerinde dahi yine de ciddi yatırım azaltma etkisine sahiptirler ve çok ihtiyaç duyulan tasarrufları üretken özel yatırımlardan israfçı hükümet projelerine saptırırlar. Dahası bütçe açıkları ne kadar fazla ise artan faiz harcamalarını karşılamada Amerikan halkı üzerindeki sürekli gelir vergisi yükü o kadar fazladır. Bu, enflasyona yol açan bütçe açıkları tarafından meydana getirilen yüksek faiz oranları ile daha da kötüleşen bir problemdir.
Safsata 3: Vergi artışları bütçe açıkları için bir çaredir.
Bütçe açığı konusunda haklı olarak endişelenen insanlar maalesef kabul edilemez bir çözüm sunuyorlar: vergileri artırmak. Bütçe açığını vergileri artırmak yoluyla tedavi etmeye çalışmak bronşiti olan birisini silahla vurarak tedavi etmeyle eş anlamlıdır. “Tedavi” hastalığın kendisinden daha kötüdür.
Pek çok eleştiricinin işaret ettiği gibi vergileri artırmanın bir sebebi basitçe hükümete daha fazla para sağlamasıdır. Siyasetçiler ve bürokratlar böyle bir uygulamaya harcamaları daha da artırarak tepki vereceklerdir. Parkinson ünlü “Kanun”unda şunu söylemişti: “Harcamalar gelire göre artar.” Eğer hükümet mesela %20’lik bir bütçe açığına razı ise geliri yüksek olduğunda, aynı bütçe açığı oranını sürdürecek şekilde harcamasını daha da artıracaktır.
Ancak siyaset psikolojisindeki bu müthiş yargı hariç tutulsa bile, insanlar niçin bir verginin yüksek bir fiyattan daha iyi bir şey olduğuna inansınlar ki? Enflasyonun bir tür vergi olduğu doğrudur. Enflasyonla birlikte hükümet ve yeni parayı alan diğerleri enflasyon sürecinde geliri daha sonra artan toplum üyelerini soyabilirler. Ancak en azından enflasyonda insanlar değişikliğin faydalarından birazını elde ederler. Eğer ekmeğin fiyatı 10 dolara yükselirse bu kötüdür, fakat en azından hâlâ ekmek yiyebilirsiniz. Ancak eğer vergiler artarsa sizin paralarınız siyasetçileri ve bürokratları faydalandıracak şekilde sizden çalınır ve size hiçbir hizmet veya fayda sunulmaz. Bunun tek sonucu, üretenlerin parasına bir bürokrasi yararına el konulması ve bu el konulan paranın bir kısmının halkı itip kakmak için kullanılarak yaraya tuz basılmasıdır.
Hayır, bütçe açıkları için tek sağlam çare basit fakat hiç dile getirilmeyen bir çaredir: federal bütçeyi kısmak. Nasıl ve nerede mi? Her yerde ve her şekilde.
Safsata 4: FED para arzını her daralttığında, faiz oranları yükselmektedir (veya düşmektedir); FED para arzını her artırdığında faiz oranları yükselmektedir (veya düşmektedir).
Mali konuları yazan basın şimdi haftalık para arz rakamlarını bir şahin gibi izlemeye yetecek kadar ekonomi biliyor; fakat bu rakamları kaçınılmaz bir kaos tarzında yorumluyorlar. Eğer para arzı yükselirse, bunun faiz oranlarını düşürdüğü veya enflasyona yol açtığı şeklinde bir yorum yapılıyor; bu aynı zamanda çoğu kez bizzat o aynı makalede faiz oranlarını yükseltiyor şeklinde de yorumlanmaktadır. Veya bunun tersi olarak. Eğer FED para arzını daraltırsa, bunu hem faiz oranlarını yükseltiyor şeklinde ve hem de düşürüyor şeklinde yorumluyorlar. Bazen, ne kadar çelişkili olursa olsun, FED’in tüm eylemleri faiz oranlarını yükseltmekle sonuçlanmak zorundaymış gibi görünüyor. Burada bir şeylerin çok yanlış gittiği açık.
Problem fiyat seviyelerinde olduğu gibi, faiz oranlarında etkili olan ve farklı yönlerde işleyen bazı nedensel faktörlerin bulunmasıdır. Eğer FED para arzını artırırsa, bunu daha fazla banka rezervi oluşturarak ve böylece banka kredisi ve banka depozitleri arzını artırmayla yapar. Kredinin artması mutlaka kredi piyasasında bir arz artışı ve dolayısıyla da kredi fiyatının (yani faiz oranının) düşmesi anlamına gelir. Öte yandan, eğer FED kredi arzını ve para arzı artışını kısıtlarsa bu kredi piyasasındaki arzın düşmesini ifade eder ve bunun faiz oranlarını artırması gerekir.
Kronik enflasyonun ilk bir veya iki on yılında olan şey kesinlikle budur. FED’in genişletmesi faiz oranlarını düşürür; sıkması yükseltir. Ancak bu dönemden sonra, halk ve piyasa olup biteni anlamaya başlar. Para arzının sistemik artışı nedeniyle enflasyonun kronik olduğunu fark etmeye başlarlar. Hayatın bu gerçeğini anladıklarında aynı zamanda enflasyonun borç vereni borç alan uğruna ortadan kaldırdığını da anlarlar. Bu nedenle eğer birisi yıllık %5 ile bir borç verirse ve o yıl %7 enflasyon olursa, kredi veren kazanmaz, kaybeder. %3 kaybeder çünkü ona şimdi satın alma gücü bakımından %7 daha düşük olan dolar ile ödeme yapılır. Buna göre borç alan enflasyonla kazanır. Kredi veren bunu anladığı için, faiz oranları üzerine bir enflasyon primi ekler. Borç alanlar bunu ödemeye razı olacaklardır. Bu nedenle uzun vadede enflasyon beklentilerini körükleyen her şey faiz oranları üzerindeki enflasyon primlerini yükseltecek, bu beklentileri düşüren her şey bu primleri düşürecektir. Bu nedenle, FED’in musluğu sıkması enflasyon beklentilerini düşürme ve faiz oranlarını indirme eğiliminde olacaktır. FED’in musluğu açması bu beklentileri tekrar artıracak ve faiz oranlarını yükseltecektir. Burada iki zıt nedensellik zinciri bulunmaktadır. Bu nedenle FED’in musluğu açması veya kısması hangi nedensellik zincirinin daha güçlü olduğuna bağlı olarak faiz oranlarını artırabilir veya azaltabilir.
Hangisi daha güçlü olacaktır? Kesin olarak bilmenin hiçbir yolu yoktur. Enflasyonun ilk on yıllarında enflasyon primi yoktur; şu anda içinde bulunduğumuz gibi sonraki on yıllarda ise vardır. Göreceli güç ve tepki süreleri halkın subjektif beklentilerine bağlıdır ve bunlar kesin olarak tahmin edilemez. Ekonomi tahminlerinin asla kesin olarak yapılamamasının bir sebebi budur.
Safsata 5: İktisatçılar grafikleri ve yüksek hızlı bilgisayar modellerini kullanarak geleceği doğru şekilde tahmin edebilirler.
Faiz oranlarını tahmin etmedeki problem tahminlerde bulunma ile ilgili genel problemi bünyesinde taşımaktadır. İnsanlar, şükürler olsun ki davranışları önceden kesin olarak kestirilemeyen aykırı varlıklardır. Değerleri, fikirleri, beklentileri ve bilgileri daima ve öngörülemez bir şekilde değişir. Örneğin hangi iktisatçı 1983 Noel sezonundaki Cabbage Patch Kid (lahana bebek) çılgınlığını tahmin edebilirdi (ya da tahmin etti)? İktisattaki her miktar, fiyat, satın alma veya gelir rakamı bireylerin binlerce ve hatta milyonlarca öngörülemez tercihinin sonucudur.
İktisatçıların tahmin sicilleri konusunda çok sayıda resmî veya gayriresmî çalışma yapılmıştır. Sonuç her zaman berbattır. Tahminciler sık sık mevcut eğilimler devam ettiği ölçüde iyi tahminler yapabileceklerinden şikâyetçidirler. Yapmakta zorlandıkları şey eğilimlerdeki değişimi yakalamaktır. Fakat tabii ki mevcut eğilimleri gelecek için genellemenin bir zorluğu yoktur. Bunun için gelişmiş bilgisayarlara da ihtiyacınız yoktur. Bir cetvel kullanarak bunu daha iyi ve çok daha ucuza yapabilirsiniz. İşin püf noktası eğilimlerin ne zaman ve nasıl değişeceğini tam olarak tahmin etmektir ve tahminciler işte bu noktada son derece kötü şöhretlidirler. Hiçbir iktisatçı 1981-82 depresyonunun derinliğini tahmin edememiştir ve hiçbiri 1983’teki hızlı gelişmenin gücünü kestirememiştir.
Bir dahaki sefere ekonomi tahmincisinin jargonundan ya da görünüşteki uzmanlığından etkilendiğinizde kendinize şu soruyu sorun: Eğer geleceği gerçekten bu kadar iyi tahmin edebiliyorsa, kendisi hisse senedi ve emtia piyasalarında trilyonlarca dolar kazanabilecekken neden zamanını makaleler ve haber bültenleri yayınlayarak ya da danışmanlık yaparak harcıyor?
Safsata 6: İşsizlik ve enflasyon arasında bir dengeleme vardır.
Birisi hükümete enflasyona yol açan politikalarından vazgeçme çağrısı yaptığında, müesses nizam iktisatçıları ve siyasetçiler sonucun sadece ciddi işsizlik olabileceği şeklinde uyarıda bulunurlar. Burada enflasyona karşı yüksek işsizlik kapanına girmiş durumdayız ve bu nedenle her ikisini de kabul etmemiz gerektiğine ikna oluruz.
Bu doktrin Keynesyenlerin konumunun yanılgısıdır. Başlangıçta Keynesyenler bize, açıkları ve hükümet harcamalarını manipüle ederek ve ince ayar yaparak, enflasyon olmadan kalıcı refah ve tam istihdam getirebileceklerini ve getireceklerini vaat ettiler. Bunun sonucunda, enflasyon kronikleşip daha da artınca, hükümetin enflasyonist yeni para yaratımını durdurması yönündeki olası baskıları zayıflatmak için sözde denge ve ödünleşim konusunda uyarıda bulunmak üzere ağız değiştirdiler.
Dengeleme doktrini sözde “Phillips Eğrisi”ne dayanır. Bu, İngiliz iktisatçı Alban William Phillips’in yıllar önce icat ettiği bir eğridir. Phillips ücret artış hızlarını işsizlik artışı ile ilişkilendirmiştir ve ikisinin ters yönde hareket ettiğini iddia etmiştir: ücretlerdeki artış ne kadar yüksekse işsizlik o kadar düşüktür. Açıkça söylemek gerekirse bu tuhaf bir doktrindir, çünkü mantıksal sağduyulu bir teori karşısında dağılmaktadır. Teori bize ücret artışları ne kadar yüksekse işsizliğin de o kadar büyük olduğunu ve ücret artışları ne kadar düşükse işsizliğin de o kadar düşük olduğunu söylemektedir. Eğer herkes yarın işverenine giderse ve ücretini ikiye veya üçe katlamasına ısrar ederse çoğumuz anında işimizi kaybederiz. Ancak bu tuhaf bulgu, Keynesyen iktisadî Müesses Nizam tarafından tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti.
Şimdiye kadar, bu istatistiksel bulgunun mantıksal teorinin yanı sıra gerçekleri de ihlal ettiği net bir şekilde anlaşılmış olmalıdır. Çünkü 1950’lerde enflasyon yılda sadece %1-2 civarındayken ve işsizlik %3-4 civarında seyrederken, günümüzde işsizlik %8-11 aralığında, enflasyon ise %5-13 aralığında değişmektedir. Kısacası, son yirmi otuz yılda hem enflasyon hem de işsizlik keskin ve ciddi bir şekilde artmıştır. Eğer bir eğilim varsa, o da ters bir Phillips Eğrisi’ne sahip olduğumuzdur. Bir enflasyon-işsizlik dengelemesinden başka her şey vardır.
Ancak ideologlar teorilerini sürekli olarak gerçeklerle “test ettiklerini” iddia etseler de nadiren gerçeklere bakarlar. Bu kavramı kurtarmak için, yeni birtakım sözde dengelemelere olan açıklanamaz “kayması” hariç Phillips Eğrisi’nin hâlâ bir enflasyon-işsizlik dengesi olarak kaldığı hükmüne vardılar. Bu tip önyargılı kafayla tabii ki hiç kimse hiçbir teoriyi çürütemez.
Aslında kısa vadede fiyatların ücret artışları ötesinde artmasını sağlaması nedeniyle işsizliği azaltsa (ve böylece reel ücret artışlarını azaltsa) bile mevcut enflasyon uzun vadede sadece daha fazla işsizlik yaratacaktır. Sonunda ücret artışları enflasyonu yakalayacak, enflasyon da ardından kaçınılmaz şekilde resesyon ve işsizlik getirecektir. İki on yıl süren enflasyondan sonra, şu anda o “uzun vadeyi” yaşıyoruz.
Safsata 7: Deflasyon (fiyatların düşmesi) düşünülemez bir şeydir ve feci bir buhrana yol açacaktır.
Halkın hafızası kısa sürelidir. Sanayi Devrimi’nin başladığı 18. yüzyılın ortalarından İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar fiyatların her yıl genel olarak düştüğünü unutuyoruz. Bunun nedeni, serbest piyasaların yarattığı sürekli artan verimlilik ve mal üretiminin, fiyatların düşmesine neden olmasıdır. Ancak maliyetler de satış fiyatlarıyla birlikte düştüğü için depresyon yani ekonomik buhran yaşanmadı. Genellikle, hayat pahalılığı düşerken ücret seviyeleri sabit kaldı, böylece “reel” ücretler ya da herkesin yaşam standardı istikrarlı bir şekilde yükseldi.
Bu iki yüzyıl boyunca fiyatlar sadece, savaşan hükümetlerin savaşın bedelini karşılamak için para arzını devam eden üretkenlik artışının dengeleyemeyeceği bir düzeyde şişirdiği savaş dönemlerinde artmıştı (1812 Savaşı, Amerikan İç Savaşı, Birinci Dünya Savaşı).
Son birkaç yılda bilgisayar fiyatlarına ne olduğuna bakarsak, hükümet veya merkez bankası enflasyonu yükü altında olmayan serbest piyasa kapitalizminin nasıl çalıştığını görebiliriz. Tek bir bilgisayar bile kocamandı ve milyonlarca dolara mal oluyordu. Şimdi mikroçip devrimiyle sağlanan önemli bir verimlilik dalgası sayesinde, bilgisayar fiyatları ben yazarken bile düşüyor. Bilgisayar firmaları düşen fiyatlara rağmen başarılıdırlar, çünkü maliyetleri düşüyor ve üretkenlik artıyor. Aslında bu düşen maliyetler ve fiyatlar onların serbest piyasa kapitalizminin dinamik gelişmesindeki büyük piyasa özelliklerini kullanmalarına izin vermiştir. “Deflasyon” bu endüstriye felaket getirmemiştir.
Aynı durum elektronik hesap makineleri, plastik, TV setleri ve VCR gibi yüksek büyüme gösteren diğer sektörler için de geçerlidir. Deflasyon, felaket getirmekten ziyade, sağlam ve dinamik ekonomik büyümenin ayırt edici özelliğidir.
Safsata 8: En iyi vergi, hiçbir vergi istisnası veya indiriminin olmadığı herkesin gelirine orantılı olan “düz” gelir vergisidir.
Genellikle düz vergiyi önerenler, bu gibi istisnaların ortadan kaldırılmasının federal hükümetin mevcut vergi oranını somut şekilde düşürmesine imkân vereceğini de eklerler.
Ancak bu görüş, öncelikle, gelir vergisinden yapılan mevcut indirimlerin ahlâksız sübvansiyonlar ya da herkesin yararına kapatılması gereken “yasal boşluklar” olduğunu varsaymaktadır. Bir vergi indirimi ya da muafiyeti, ancak devletin, tebaasının gelirinin %100’ünün sahibi olduğunu ve bu gelirin bir kısmının vergilendirilmeden kalmasına izin vermenin rahatsız edici bir “yasal boşluk” oluşturduğunu varsaymanız durumunda bir “yasal boşluktur”. Bir kişinin kendi gelirinin bir kısmını elinde tutmasına izin vermek ne bir yasal boşluk ne de bir sübvansiyondur. Sağlık hizmetleri, faiz ödemeleri ya da sigortasız kayıplar için yapılan kesintileri kaldırarak toplam vergiyi düşürmek, sadece bir grup insanın (ödeyecek çok az faizi, tıbbi harcamaları ya da sigortasız kayıpları olanların) vergilerini, bu tür harcamalar yapanların vergilerini yükseltmek pahasına düşürmektir.
Dahası, indirimler ve muafiyetler güvenli şekilde ortadan kaldırıldığında hükümetin vergi seviyelerini daha düşük bir seviyede tutacağının garantisi de ihtimali de yoktur. Geçmiş ve şimdiki hükümetlerin siciline bakıldığında, vergi oranını (en azından) eski seviyeye çıkardığında hükümet tarafından daha fazla paramızın alınacağını ve sonuç olarak üreticilerden bürokrasiye daha fazla kaynak aktarılacağını varsaymak için her türlü neden vardır.
Vergi sisteminin kabaca piyasadaki fiyatlandırmaya veya gelirlere benzer olduğu düşünülür. Ancak piyasa fiyatlandırması gelirlerle orantılı değildir. Örneğin Rockefeller bir ekmek için 1000 dolar (yani ortalama insanın gelirine göre orantılı bir fiyat) ödeme mecburiyetinde bırakılsa dünya çok tuhaf bir yer olurdu. Gelir eşitliğinin oldukça tuhaf ve etkisiz bir şekilde uygulandığı bir dünya olurdu. Eğer bir vergi bir piyasa fiyatı gibi alınsa, her “müşteri” için eşit olurdu, her müşterinin gelirine orantılı değil.
Safsata 9: Bir gelir vergisi kesintisi herkese yardım eder; sadece vergi mükellefine değil, fakat aynı zamanda hükümet de bundan faydalanır, çünkü oran düştüğünde vergi gelirleri yükselir.
Bu, Kaliforniyalı iktisatçı Arthur Laffer tarafından geliştirilen “Laffer Eğrisi” denen şeydir. Siyasetçilerin bir araya gelmesi mümkün olmayan iki şeyi bir araya getirmesini sağlamak için geliştirilmiştir: harcamayı mevcut durumunda tutarak vergi indirimini ve aynı zamanda dengeli bir bütçeyi savunmak. Bu şekilde halk vergi indiriminden faydalanacak, dengeli bütçeden mutlu olacak ve aynı zamanda da hükümetten aynı miktarda sübvansiyon alacaktır.
Doğrudur, eğer vergi oranları %99 ise ve %95’e düşürülürse vergi gelirleri artacaktır. Fakat herhangi bir zamanda böyle basit bir bağlantı olacağını düşünmek için bir sebep yoktur. Aslında bu ilişki bir yerel özel tüketim vergisi için bir ulusal gelir vergisine göre çok daha iyi çalışır. Birkaç yıl önce District of Columbia yönetimi bölge benzin vergisini ciddi şekilde artırarak biraz gelir elde etmeye çalıştı. Fakat daha sonra sürücüler basitçe Virginia veya Maryland eyalet sınırlarına geçip çok daha ucuza benzin aldılar. Hayal kırıklığına uğrayan ve kafası karışan D.C. bürokratları vergi seviyelerini eski hâline getirmek zorunda kaldılar.
Ancak bunun gelir vergisinde de olması pek muhtemel değildir. İnsanlar nispeten küçük bir vergi artışı için çalışmayı bırakmayacaklar veya ülkeyi terk etmeyeceklerdir. Veya bir vergi indiriminden dolayı da bunun tersini yapmayacaklardır.
Laffer Eğrisi konusunda bazı başka problemler de mevcuttur. Laffer Eğrisi’nin çalışması için geçmesi gereken sürenin uzunluğu asla belirtilmemiştir. Ancak daha da önemlisi: Laffer hepimizin istediği şeyin hükümet için vergi gelirini maksimize etmek olduğunu düşünmektedir. Eğer (bu büyük bir eğerdir) biz gerçekten de Laffer Eğrisi’nin üst yarısında isek bu durumda hepimiz bu “optimum” seviyede vergi oranları belirlemek isteriz. Fakat neden? Niçin hepimizin hedefi hükümetin gelirini maksimize etmek olsun ki? Kısacası, hükümet faaliyetlerine hortumlanan özel üretim payını maksimuma çıkarmak için mi? Ben vergi oranlarını Laffer optimumunun olacağı değerden çok, çok aşağıya zorlamayla, yani hükümetin gelirini en aza indirmeyle daha çok ilgilendiğimizi düşünüyorum.
Safsata 10: İşgücünün ucuz olduğu ülkelerden yapılan ithalatlar ABD’de işsizliğe yol açar.
Bu doktrinle ilgili pek çok problemden biri de şu soruyu göz ardı etmesidir: Ücretler yabancı bir ülkede neden düşüktür ve ABD’de neden yüksektir? Bu doktrin, ücretleri kesin verili şeylermiş gibi alarak başlar ve onların niçin öyle oldukları sorusunu araştırmaz. Aslında ücretler ABD’de yüksektir çünkü işgücü üretkenliği yüksektir - çünkü buradaki işçilere büyük miktarda teknolojik olarak gelişmiş sermaye ekipmanı yardımcı olmaktadır. Ücretler pek çok yabancı ülkede düşüktür çünkü sermaye ekipmanı kısıtlıdır ve teknolojik açıdan ilkeldir. Çok fazla sermaye ile desteklenmeyen işçi verimliliği ABD’dekinden çok daha düşüktür. Her ülkede ücretler o ülkedeki işçilerin üretkenliği ile belirlenir. Bu nedenle ABD’deki yüksek ücretler Amerikan zenginliği için önemli bir tehdit değildir. Onlar bu zenginliğin bir sonucudur.
Peki ya ABD’de düşük ücretli ülkelerden gelen ürünlerin “haksız” rekabetinden yüksek sesle ve kronik olarak şikâyet eden bazı sektörler ne olacak? Burada, her ülkedeki ücretlerin bir sektörden, meslekten ve bölgeden diğerine, hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğunu anlamalıyız. Tüm işçiler birbirleriyle rekabet eder ve eğer A endüstrisindeki ücretler diğer endüstrilerdekinden çok daha düşükse, başta kariyerlerine yeni başlayan genç işçiler olmak üzere, işçiler A endüstrisini terk edecek veya girmeyi reddedecek ve ücret oranının daha yüksek olduğu diğer firmalara veya endüstrilere geçecektir.
Şikâyet eden sektörlerdeki ücretler yüksektir, çünkü Birleşik Devletler’deki tüm endüstriler yüksek ücretler vermektedir. Eğer Birleşik Devletler’deki çelik veya tekstil sanayi yurtdışındaki rakipleri ile rekabet edemez ise bu yabancı firmaların daha düşük ücret ödemesinden dolayı değildir, fakat diğer Amerikan sanayilerinin Amerikan ücretlerini çelik ve tekstil sanayilerinin ödeyemeyeceği bir seviyeye çıkarmasından dolayıdır. Kısacası gerçekte olan şey çelik, tekstil ve bu gibi diğer firmaların işgücünü diğer Amerikan sanayilerine nazaran daha başarısız şekilde kullanmalarıdır. Başarısız firmaları veya sanayileri çalışır tutan gümrük vergileri veya ithalat kotaları her ülkedeki herkese (bu sanayilerde olmayan herkese) zarar vermektedir. Fiyatları yüksek, kaliteyi ve rekabeti ise düşük tuttukları ve üretimi çarpıttıkları için tüm Amerikan tüketicilerine zarar vermektedir. Bir gümrük vergisi veya kota bir demiryolunu parçalamayla veya bir havayolunu tahrip etmeyle eşdeğerdir. Çünkü amacı uluslararası taşımacılığı suni şekilde pahalı yapmaktır.
Gümrük vergileri ve kotalar daha etkili kullanımlara kayabilecek olan kaynakları engelleyip geciktirerek diğer, başarılı Amerikan endüstrilerine de zarar vermektedir. Uzun vadede gümrük vergileri ve kotalar (hükümet tarafından sağlanan diğer her türlü tekel ayrıcalığı gibi) korunan ve desteklenen firmalar için bile bir fayda değildir. Çünkü demiryolları ve havayollarında görmüş olduğumuz gibi (ister gümrük vergileri isterse kanunlarla olsun) hükümet tekelinden faydalanan endüstriler en sonunda öylesine başarısız hâle gelirler ki her durumda para kaybederler ve ancak daha fazla kurtarma paketleri ve serbest rekabete karşı sürekli olarak genişleyen bir ayrıcalıklar sığınağı isterler.
Comments