Llewellyn H. Rockwell Jr. - 03.07.2023
Önceki yazımda, hükümeti kontrol eden Neo-con’ların İkinci Dünya Savaşı’nın “iyi savaş”, yani iyinin kötüye karşı savaşı olduğu mitini çürüten ve dolayısıyla sürekli sonu gelmez savaşlara ihtiyaç duyduklarını gösteren bazı gerçeklere dikkat çekmiştim. Rusya ve Çin’le savaşmalıyız deyip duruyorlar: Ne de olsa başka bir “Münih Antlaşması” istemeyiz, değil mi? Ancak gerçekler farklı bir hikâyeye işaret ediyor.
Avrupa’daki savaş, İngiltere ve Fransa’nın 3 Eylül 1939’da Almanya’ya savaş ilan etmesiyle başladı. Bu ülkeler Polonya’ya Almanya ile olan sınırının korunacağına dair bir garanti vermişlerdi ve Almanya’nın 1 Eylül’deki işgali bu garantiyi tetikledi. Murray Rothbard’ın işaret ettiği gibi, bu garanti devasa bir hataydı. İngiltere ve Fransa’nın Polonya’ya yardım etme ihtimali hiç yoktu ve garanti, bir sınır anlaşmazlığının Avrupa Savaşı’na dönüşmesini sağladı:
Polonya Versay Antlaşması’nın bir başka grotesk -daha doğrusu berbat bir şekilde şişirilmiş- yaratığıydı. Polonya yüzyıllar boyunca Orta Avrupa’daki iki büyük gücün, Almanya ve Rusya’nın (ayrıca Versay’da “öldürülmüş” olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun) değirmen taşları arasında sıkışıp kalmıştı. Her Polonyalı için Polonya’nın ancak Almanya, Rusya ya da her ikisiyle ittifak yaparsa başarılı ve müreffeh olabileceği, hatta bağımsız bir ülke olarak var olabileceği açık olmalıydı. Başka herhangi bir yol ölümcül olurdu. Ancak Birinci Dünya Savaşı, [A.J.P.] Taylor’ın kitabının başında dikkat çektiği gibi, çok tuhaf bir sonuç doğurdu; Rusya önce Almanya karşısında yenildi, ardından da Komünist Devrim’in Rusya’ya müttefiklerin zaferinden elde edeceği kazanımları kaybettirmesiyle Doğu Avrupa’da hem Almanya hem de Rusya yenildi. Her iki Büyük Güç’ün de geçici olarak devre dışı kalmasıyla, Doğu Avrupa’da sayısız bağımsız ülke için alan doğdu; bu yapay ve geçici bir alandı, ancak çok az kişi bu önemli gerçeğin farkına vardı. Polonya sadece bağımsız olmakla kalmadı, çok sayıda Alman (Koridor, Yukarı Silezya ve Danzig’de), Ukraynalı ve Beyaz Rus’a zulmedecek kadar toprak elde etti. Polonya, Almanya ya da Rusya ile ittifak yapsaydı, hak etmediği kazanımlarını elinde tutabilirdi; ancak tek başına bir Polonya’nın sonu gelmişti. Yine de Beck, başlangıçta Almanya ile müttefik olmasına rağmen, tek başına, hem Almanya’ya hem de Rusya’ya zafer kazanmışçasına meydan okuyan, herkese ve her şeye karşı kararlı bir şekilde “sert” ve katı bir tavır takınan bir Büyük Güç olarak kalmayı seçti. Ve bunun doğrudan sonucu olarak Polonya yok edildi. Hitler’in Polonyalılardan “talepleri” neredeyse yok denecek kadar azdı; Taylor’ın da belirttiği gibi, Weimar Cumhuriyeti bu şartları hayati Alman çıkarlarının satılması olarak küçümseyecekti. Hitler en fazla “Koridor boyunca bir koridor” ve aşırı Alman yoğunluklu (ve Alman yanlısı) Danzig’in iadesini istiyordu; bunun karşılığında da geri kalan kısmın bağımsızlığını garanti edecekti. Polonya “bir karış Polonya toprağı” dahi vermeyi kararlılıkla reddetti ve Almanlarla müzakere etmeyi bile son dakikaya kadar reddetti. Yine de, İngiliz-Fransız garantisine rağmen Beck, İngiltere ve Fransa’nın Polonya’yı gerçekten saldırıdan kurtaramayacağını açıkça biliyordu. Sonuna kadar, her yerdeki tüm “sertlik yanlılarının” o büyük şiarlarına bel bağladı: X “blöf yapıyor”; X, sertlik, kararlılık ve bir santim bile vermeme azmiyle karşılaşırsa geri adım atacaktır gibi... (Tıpkı Finlandiya ve diğer “çatlak realistler” örneğinde olduğu gibi, sertlik yanlılarının “X blöf yapıyor” yaklaşımının tamamen saçma olduğu ortaya çıktığında ve X zaten saldırdığında, “sertlik yanlısı” kendi kendisiyle çelişerek “bir karış kutsal topraktan” vazgeçilmeyeceği, düşman topraklarımızdayken barış yapılmayacağı vb. söylemlere başvurur ve bu da ülkenin “sertlik yanlısı” yöneticileri tarafından mahvedilmesini tamamlar. Beck’in Polonya’ya yaptığı da işte tam olarak buydu). Taylor’ın gösterdiği gibi, Hitler’in başlangıçta Polonya’yı istila etmek ya da fethetmek gibi en ufak bir niyeti yoktu; bunun yerine Danzig ve diğer küçük Versay düzeltmeleri aradan çıkarılacak ve ardından Polonya, belki de Sovyet Rusya’nın nihai istilası için rahat bir müttefik olacaktı. Ancak Beck’in mantıksız sertliği bu yolu tıkadı. Kitabın asıl gizemi ise Büyük Britanya’dır; Münih Antlaşması’nda ürkek bir şekilde de olsa yatıştırmanın lideri olan Britanya, 1939 başlarında aniden “sert”, kolektif güvenlikçi, “saldırıya karşı sert bir tutum” benimsemeye yönelmiştir. İngiltere Polonya’ya garanti verdi, ki bu garanti elbette yerine getirilemezdi, Çekoslovakya’yı teşvik ettiği gibi Polonya’yı da rasyonel taleplere boyun eğmeye ikna edemedi. Polonya’yı boyun eğmeye teşvik etmek, İngiliz yatıştırma politikasının rasyonel bir sonucu olabilirdi; bu da Versay’a -nihayet- bir son verebilirdi. Bunun yerine, İngiltere aniden “saldırganlık” karşıtı bir tutum takındı ve neredeyse çılgınca bir şekilde Polonyalıları desteklemeye çalıştı. Soru şu: Neden? Ve işte burası kitapta Taylor’ın tartışmasının zayıf ve başarısız olduğu en önemli noktaydı. Çünkü Taylor, İngiliz politikasının aslında çok da değişmediğini, İngiltere’nin son ana kadar Hitler’in “sert çizgi” tehditlerine boyun eğeceğine ve sonra müzakere edeceğine, Danzig’de makul değişiklikleri kabul edeceğine vs. inandığını iddia etmektedir. Taylor’a göre İngiltere, Hitler’in bundan sonra “barışçıl” olmayı kabul etmesini istiyordu. Ancak burası revizyonun gerekli olduğu son yerdi! Hayır, İngiltere’nin çılgınca ve ekstrem bir şekilde yön değiştirmesinin basitçe beceriksizce ve iyi niyetli bir hata olmadığı açıktır; Taylor’ın anlattıklarından bile İngiltere’nin politikasını kasıtlı olarak savaşa kaydırdığı ve Polonya’da karar kılarken çılgınca davrandığı açıktır çünkü Polonya, İngiltere’nin Hitler’i küçük ülkeleri yağmalayan bir canavar gibi gösterirken savaşı başlatabileceği son yerdi. Polonya’ya İngiltere ve Fransa tarafından gerçekten yardım edilecekse, bunun coğrafi olarak ancak Rusya üzerinden yapılabileceği açıktı. Böylece Sovyet Rusya’ya kur yapılmaya başlandı ve Rusya -İngiliz ve Fransızlar tarafından- Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez Avrupa siyasetinin tam ortasına sokuldu. (Bir önceki Fransız-Sovyet anlaşması bunu bir dereceye kadar yapmıştı.) Taylor alaycı bir şekilde, Hitler karşıtı tarihçilerin Hitler’i fetih savaşını başlatmak üzere Hitler-Stalin anlaşmasını yaptığı için her zaman kınadıklarını ve şimdi buna Batılı Soğuk Savaş propagandacılarının Rusya’yı da aynı şeyi yaptığı için kınamalarının eklendiğini belirtiyor. Aslında Rusya’yı, her zaman yapıldığı gibi, İngiltere ve Fransa ile bir pakt imzalamadığı ve bunun yerine Almanya ile bir pakt imzaladığı için suçlamak saçma bir propagandadır. Taylor, Molotov-Ribbentrop Paktı ve öncülleri hakkındaki tartışmasında harikulade bir yaklaşım sergilemektedir. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın, Almanya tarafından saldırıya uğramaları ve talep etmeleri hâlinde Polonya ya da Romanya’nın yardımına koşmayı kabul etmesini istiyordu. Rusya, hareket özgürlüğünden bu şekilde vazgeçmesi karşılığında tam olarak hiçbir şey alamayacaktı. Taylor’ın belirttiği gibi, Sovyet Rusya’nın tüm dış politikasının özünü korku oluşturuyordu; bunlar Batı’nın saldırısına uğrama korkusu, İç Savaş sırasında Rusya’nın Komünist rejimi neredeyse yok etmeyi başaran “uluslararası kapitalist” işgalinin tekrarlanmasından duyulan korku, Hitler’in ve “anti-Komintern” paktındaki müttefiklerinin ideolojik anti-Bolşevizminden duyulan korku, Sibirya’da kendisine karşı saldırganlaşan Japonya’dan duyulan korku gibi korkulardı. Sovyet Rusya’nın dış politikası savunmacı, korkulu ve güvenlikçiydi (Çar’ın geleneksel politikasından çok daha savunmacı olduğunu da eklemek gerekir). Hitler’den korkan Rusya, anlaşılır bir şekilde, Hitler karşıtı bir ittifaka katılmaya -ancak bu ittifakın sağlam bir ittifak olması koşuluyla- gayet hevesliydi; en büyük korkusu böyle bir ittifaka katılıp Beneš gibi İngiltere ve Fransa tarafından çantada keklik bırakılmaktı. Rusya iki şey istiyordu: Bir Alman savaşı durumunda, Polonya’nın kabul edip etmediğine bakmaksızın ordularının Polonya’yı geçerek Almanya’ya saldırmasını sağlamak ve Baltık ülkelerinde kurulabilecek Alman yanlısı rejimlere ya da üslere müdahale edebilmek. Her iki durumda da, küçük ulusların haklarını savunan İngiltere, Rusya’nın bu tür bir serbestliğini tanımayı reddetti; Polonya meselesinde ise Polonya, Rus birlikleri ve Rusya’nın garantisiyle herhangi bir şey yapmayı kesin bir dille reddetti. Polonya tek başına hareket edecekti. Bu durum göz önüne alındığında, bir İngiliz-Rus ittifakı için hiçbir zaman umut yoktu ve Taylor da İngilizlerin zaten ittifak girişimlerinde hep gönülsüz olduklarını belirtmektedir. Hitler, Beck’in de Beneš gibi boyun eğmesini bekliyordu; ama bu kez işler farklıydı. (Polonya Ordusu’nun 1938’deki Çek Ordusu’ndan çok daha yetersiz olduğunu hatırlamak gerekir.) Hitler daha sonra Sovyet Rusya ile kendi paktını imzalamaya koyuldu; Rusya’nın tarafsızlığı sağlanırsa, İngiltere’nin Polonya garantisinden vazgeçeceğini -ki bu artık delilik olurdu- ve İngiltere ile Beck’in mantığa kulak vereceğini düşünüyordu. Hitler Rusya’ya, ne olursa olsun Almanya’nın Polonya’da ya da Baltık ülkelerinde Curzon hattının ötesine geçmeyeceğine dair bir hoş tutan bir yaklaşımla birlikte bir saldırmazlık paktı teklif etti; sonunda Rusya, küçük güçler için kanunlara aşırı riayete (small-power legalism’e) saplanıp kalmış Batı’dan alamadığı tanınmayı, yani Doğu Polonya ve Baltık ülkelerinden oluşan güvenlik bölgesinde bir Sovyet Monroe Doktrini’ni, bir etki alanını elde etmişti. Rusya’nın da Almanya gibi Birinci Dünya Savaşı’ndan geriye “revizyonist” bir güç olarak kaldığını unutmamalıyız; etki alanının tanınması Rusya’nın Brest-Litovsk Antlaşması’nı revize etmesiydi. Taylor’ın da işaret ettiği gibi, Hitler-Stalin Paktı, Münih Antlaşması’nın Çekoslovakya’nın bölünmesi için bir anlaşma olması gibi, Polonya’nın bölünmesi için bir anlaşma değildi; daha ziyade tarafsızlık ve saldırmazlık için karşılıklı bir anlaşma, ve buna ek olarak Sovyet etki alanına nüfuz etmemek için bir Alman anlaşmasıydı. Sovyet Rusya’dan tek istediği şey tarafsızlık olduğu için de Polonya meşru bir şikâyette bulunmuyordu. Müesses Nizam tarihçileri, Hitler-Stalin Paktı ile bayram edip âdeta dalga geçmişlerdir, zira burada her iki öcünün de bir eylemi söz konusudur. Bu iki diktatörün, üzerinde mutabık kaldıkları her eylemin a priori olarak canavarca olduğu varsayılır. Bu nedenle de Pakt’ın İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan ve Polonya’yı parçalayan kötücül kıvılcım olduğu kabul edilir. Ancak, Taylor’ın da gösterdiği gibi, hem Almanya hem de Rusya bunu rasyonel açıdan olması gerektiği gibi barış için bir eylem olarak düşünmüştür. Bu sayede bir Alman-Rus çatışması tehlikesinden kaçınılmış ve hem Hitler hem de Stalin, Rusya’nın Polonya’yı destekleme umudunun ortadan kalkmasıyla birlikte İngiltere ve Fransa’nın Polonya’yı yumuşatacağına ve barışın korunacağına inanmıştır. Taylor’ın da belirttiği gibi, İngilizlerin kararlılığı göz önüne alındığında, “Sovyet Rusya’nın başka nasıl bir yol izleyebileceğini görmek zordur.” Daha da ileri gidebiliriz; benim kanaatime göre Hitler-Stalin Paktı, yirminci yüzyılda Avrupa devlet adamlığının -her iki taraf için de- en büyük başarılarından biriydi. Bu pakt Rapallo Antlaşması’nın muhteşem geleneğini devam ettirmekteydi. Coğrafi gerçekler, Doğu Avrupa’da barışın ancak Almanya ve Rusya’nın barış içinde olması hâlinde korunabileceği ve bu nedenle de ancak Alman-Rus dostluk ve hatta ittifak politikasının dünyanın bu sorunlu bölgesinde barışı koruyacağıdır. Kuşkusuz, İngilizler, Fransızlar ya da Polonyalılar en ufak bir rasyonaliteye sahip olsalardı, Hitler-Stalin Paktı tam da bunu yapmalı ve İngilizler “sert” tavırlarını bir kenara bırakmalıydı. Bunun yerine, İngilizler ve Polonyalılar daha da sertleştiler ve görünüşe göre İngiliz kamuoyu şimdi kolektif güvenlik, küçük uluslar için “demokrasi” ve benzeri şeylerin satışı için akıl dışı bir savaş çığırtkanlığı şeklindeki sefahat cümbüşünün (orjisinin) tadını çıkarıyor. Taylor burada da İngilizlerin müzakere istekliliğine karşı oldukça nazik davranıyor. Gerçek şu ki rakiplerinin mantıksızlığı karşısında şaşkına dönmeye başlayan Hitler müzakereleri teşvik etmeye başladı, ancak Polonyalılar sonuna kadar kararlı kaldılar. Oysa bana göre İngilizlerin bu konudaki kötü niyetinin en açık kanıtı, Hitler’in Polonya’yı işgal ederek ciddi olduğunu ve “blöf” yapmadığını kanıtlamasından sonra bile İngilizlerin ve Polonyalıların müzakereye yanaşmamalarıdır; yukarıda da söylediğimiz gibi, düşmanın “blöf” yaptığını ve sertlik karşısında geri adım atacağını söyleyerek her şeyi mahveden aynı “çatlak realistler”, şimdi de Alman birlikleri kutsal Polonya topraklarından çekilmeden hiçbir müzakerenin başlayamayacağını iddia ediyorlardı. Böylece Polonya ortadan kalktı ve İkinci Dünya Savaşı başladı. Beneš ve Beck’in politikalarının ahmaklığı kabul edilebilir; ancak İngilizler, Taylor’ın kendi ifadesiyle, bu trajik savaşın patlak vermesinde onun kabul etmek istediğinden daha fazla sorumluluk taşımaktadır. Şüphesiz burada beceriksizlikten daha fazlası söz konusudur.
Şimdi de “iyi savaş” hakkındaki bir başka miti ele alalım. Neo-con’lar, Japonya Pearl Harbor’a haince saldırdıktan ve Adolf Hitler Amerika’ya savaş ilan ettikten sonra başka seçeneğimiz yoktu, diyorlar. Biz istesek de istemesek de savaşın içindeydik. Ama aslına bakarsanız Franklin D. Roosevelt Japonların saldırmasına provokasyonlarıyla önayak olmuştu çünkü savaşa girmek istiyordu. Bu konuyu J. Alfred Powell, Robert B. Stinnett’in Day of Deceit: The Truth about FDR and Pearl Harbor (New York, Free Press, 2000) adlı kitabını incelediği yazısında şöyle aktarıyor:
İkinci Dünya Savaşı’da ABD Donanması’nın bir telsizcisi iken gazeteciliğe geçiş yapan Robert Stinnett, Belmont, California’daki Ulusal Arşivler’de George H.W. Bush’un Güney Pasifik’teki savaş zamanı donanma kariyeri hakkında bir seçim kampanyası yılını anlatan resimli bir kitabı [George Bush: His World War II Years (Washington, D.C., Brassey’s, 1992)] araştırırken Pearl Harbor’da gerçekte ne olduğuna ve bunun nasıl gerçekleştiğine dair belgesel kanıt niteliğindeki Japon Donanması’nın şifreli yayınlarının Pearl Harbor’daki telsiz dinleme tutanaklarına geçirilmemiş kopyalarıyla karşılaştı. Stinnett, sekiz yıl süren araştırmalarının ve Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunu (Freedom of Information Act) kapsamında bu materyallerin kısmen yayınlanmasını sağlamak için açtığı uzun süren davanın ardından Day of Deceit: The Truth about FDR and Pearl Harbor (2000) adlı kitabını yayınladı. Bekleneceği üzere bir yıl içinde Japonca çevirisi de çıktı. Stinnett, Başkan Roosevelt’in Japonları Pearl Harbor’a saldırmaya kışkırtmak ve bunu yaparken onları izlemek için çok sıkı korunan gizli bir planın tasarlanmasını ve uygulanmasını denetlediğini kapsamlı, tartışılmaz gerçeklere dayalı kanıtlar ve apaçık doğru analizlerle ortaya koymaktadır. Stinnett, Roosevelt’in bunu savaşa isteksiz bir Amerikan halkını İkinci Dünya Savaşı’na müdahaleyi desteklemeye teşvik etmek için yaptığını varsaymaktadır, ancak güdüler ya da amaçlar ne olursa olsun, gerçekler artık son derece açıktır. Stinnett, önemli resmî kayıtların fotografik reprodüksiyonlarını sunan 47 sayfalık Ekler bölümünün [ss. 261-308] yanı sıra metin içinde yeniden yayınlanan çok sayıda başka kayıt ve 65 sayfalık [ss. 309-374] ayrıntılı referans notları da dâhil olmak üzere, davasını çok sayıda belgesel kanıtla ortaya koymakta ve gerekçelendirmektedir. Bu kanıtlar Stinnett’in olgusal iddialarını, argümanlarını ve sonuçlarını doğrulamaktadır. Stinnett’in araştırma dosyaları ve notları Stanford’daki Hoover Enstitüsü kütüphanesinde saklanmaktadır. Day of Deceit adlı eseri örnek bir belgesel tarih yazımıdır. Analiz ve sonuçlarının dayandığı maddi tanıklığı sunmaktadır. Kitabın geçerliliği adil düşünen her okuyucu için açıktır. Stinnett’in kitabı Pearl Harbor saldırısının arka planına ilişkin akılcı, samimi, dürüst, gerçeklere dayalı tartışma ve münazaraları çözüme kavuşturmaktadır. Stinnett’in gösterdiği üzere, Pearl Harbor’a Japon saldırısıyla sonuçlanan plan, Ekim 1940’ın başlarında, “Donanma İstihbarat Ofisi’nin Uzak Doğu Asya Birimi’nin başındaki Deniz Binbaşı Arthur H. McCollum’un 7 Ekim 1940 tarihli sekiz maddelik eylem planı içeren bildirisi” temelinde yürürlüğe konmuştur. Elbette McCollum’un bu bildiriyi kendi inisiyatifiyle hazırlamış olması pek olası görünmemektedir, ancak Stinnett’in izini sürdüğü evraklar burada başlamaktadır. “Sekiz eylem, Hawaii’deki Amerikan kara, hava ve deniz kuvvetlerinin yanı sıra ... Pasifik (Büyük Okyanus) bölgesindeki İngiliz ve Hollanda sömürge karakollarına yönelik bir Japon saldırısını fiilen provoke etmeyi öngörmektedir.” [ss. 6-8] Sekiz maddelik eylem planı bildiri ss. 261-267’de şu şekilde yeniden basılmıştır: A. Başta Singapur olmak üzere Pasifik’teki İngiliz üslerinin kullanımı için İngiltere ile bir anlaşma yapılması. B. Hollanda’nın Doğu Hint Adaları’ndaki [şimdiki Endonezya] üs tesislerinin kullanımı ve malzeme alımı için Hollanda ile bir mutabakata varılması. C. Chiang Kai-shek’in Çin hükümetine mümkün olan her türlü yardımın yapılması. D. Uzun menzilli ağır kruvazörlerden oluşan bir tümenin Doğu’ya, Filipinler’e ya da Singapur’a gönderilmesi. E. Doğu’ya iki tümen denizaltı gönderilmesi. F. Şu anda Pasifik’te bulunan ABD Filosu’nun ana gücünün Hawaii adaları civarında tutulması. G. Hollandalıların, Japonların başta petrol olmak üzere gereksiz ekonomik imtiyaz taleplerini reddetmeleri konusunda ısrarcı olunması. H. Britanya İmparatorluğu tarafından uygulanan benzer bir ambargoyla iş birliği içinde Japonya ile tüm ticarete tam ambargo konulması. Planın gelişimi, Japon diplomatik ve donanma telsiz haberleşmelerinin deşifre edilmesiyle yakından izlendi. “McCollum 1940 başlarından 7 Aralık 1941’e kadar FDR’ye telsiz iletişim istihbaratının yönlendirilmesini denetledi ve Başkan’a Japon askerî ve diplomatik stratejisi hakkında istihbarat raporları sağladı. Beyaz Saray’a gönderilen her ele geçirilmiş ve deşifre edilmiş Japon askerî ve diplomatik raporu, kendisinin denetlediği Donanma İstihbarat Ofisi’nin Uzak Doğu Asya Birimi’nden geçiyordu. Bu birim tüm kategorilerdeki istihbarat raporları için bir takas merkezi olarak hizmet veriyordu. ... McCollum tarafından Başkan için hazırlanan her rapor ... Amerikan ordusunun kriptografları ve radyo dinleme operatörlerinden oluşan dünya çapındaki bir ağ tarafından toplanan ve deşifre edilen radyo dinlemelerine dayanıyordu ... Amerikan hükümetinde ya da ordusunda Japonya’nın faaliyetleri ve niyetleri hakkında McCollum kadar bilgi sahibi olan çok az kişi vardı.” [s. 8] Plana ilişkin bilgi, Roosevelt yönetiminin 13 üyesi ve baş askerî yetkilileri ile Donanma İstihbaratı ve ilgili operasyonların 21 üyesiyle [ss. 307-308’deki Ek E’de listelenmiştir] sınırlıydı. McCollum bildirisini yazdığında C maddesi zaten ABD politikasıydı. F maddesi 8 Ekim’de, A, B ve G maddeleri 16 Ekim 1940’ta, D ve E maddeleri ise 12 Kasım 1940’ta uygulamaya konmuştur. [Bölüm 1 n. 8 ss. 311-312; 120 vd. vs.] Bu arada, yine 1940 sonbaharında, 30 Ekim’de Boston’da üçüncü başkanlık dönemi için seçim kampanyası yürüten Başkan Roosevelt şöyle konuştu: “Bunu daha önce de söyledim, ama tekrar ve tekrar söyleyeceğim: Sizin çocuklarınız hiçbir dış savaşa gönderilmeyecek.” 1 Kasım’da Brooklyn’de de şöyle konuşuyordu: “Halkımızı dışarıdaki savaşlardan uzak tutmak için savaşıyorum. Ve savaşmaya devam edeceğim.” Ayın 2’sinde Rochester’da: ‘Ulusal hükümetiniz ... aynı zamanda bir barış hükümetidir, yani Amerikan halkı için barışı korumayı amaçlayan bir hükümettir.” Aynı gün Buffalo’da “Başkanınız bu ülkenin savaşa girmeyeceğini beyan etmektedir” derken, ertesi gün Cleveland’da “Dış politikamızın ilk amacı ülkemizi savaştan uzak tutmaktır” ifadelerini kullandı. [William Henry Chamberlin, “How Franklin Roosevelt Lied America Into War,” içinde, Harry Elmer Barnes (ed.), Perpetual War for Perpetual Peace (Caldwell, Idaho, Caxton, 1953), Sekizinci Bölüm, ss. 485-491] Pasifik Filosu Komutanı Amiral James Otto Richardson, Roosevelt’in filonun Pearl Harbor’da konuşlandırılması yönündeki emirlerine [Madde F] filoyu riske atacağı gerekçesiyle karşı çıkınca aynı gün onun makamına Amiral Husband Edward Kimmel getirildi ve Donanma İstihbarat Ofisi’nden Amiral Walter Stratton Anderson, Kimmel’in haberi olmadan Pearl Harbor’daki telsiz dinleme operasyonunu denetlemek üzere Kimmel’in üçüncü komutanı konumuna getirildi. [ss. 10-14; 33-34] “Anderson Hawaii’ye istihbarat denetçisi olarak gönderilmişti.” [s. 36] Oraya vardığında kişisel konutunu Pearl Harbor’dan oldukça uzakta, yaklaşmakta olan saldırının menzili dışında kurdu. İki binden fazla kişinin hayatını kaybettiği saldırının en ağır yükünü taşıyan yedi savaş gemisinin komutanı olmasına rağmen, Amiral Anderson saldırı başladığında dağın diğer tarafındaki evinde güvendeydi. [ss. 36-37; 244, 247] Bu arada Hawaii’deki komutanlar, Amiral Husband Kimmel ve Korgeneral Walter Short, Roosevelt’in politikasının içerdiği risklere karşı daha tedbirli olmalarını sağlayabilecek istihbarattan mahrumdular, ancak onun 27 ve 28 Kasım 1941 tarihli şu emrine itaat ettiler: “Birleşik Devletler Japonya’nın ilk açık eylemi gerçekleştirmesini arzu etmektedir.” [ss. 6-8] Daha sonra ise günah keçisi ilan edildiler. Ocak 1941’in başlarında Japonlar, ABD ile düşmanlık söz konusu olduğunda Pearl Harbor’a sürpriz bir saldırıyla işe başlayacaklarına karar vermişlerdi. Amerikan istihbaratı bu planı 27 Ocak’ta öğrendi. [ss. 30-32] 21 Temmuz 1941’de Deniz Binbaşı Arthur McCollum’un H maddesi fitili ateşledi. Kasım ayı sonlarına kadar Beyaz Saray, Japon diplomatların bir uzlaşmayı görüşmek için yaptıkları girişimleri engellemeye devam etti. [Bu diplomasi tarihi hakkında bakınız Charles Beard, American Foreign Policy in the Making (1946) ve President Roosevelt and the Coming of the War (1948); Frederic Rockwell Sanborn, Design For War (1951); ve Charles Tansill, Back Door To War (1952).] 16 Kasım 1941’den itibaren telsiz konuşmaları Japon filosunun Japonya’nın kuzeyindeki Kurile Adaları yakınlarında toplandığını ortaya çıkardı ve 26 Kasım’dan Aralık ayının ilk haftasına kadar Pasifik boyunca Hawaii’ye kadar takip edildi. [ss. 41-59 vs.] Deniz Harekât Komutanı Amiral Harold Raynsford Stark (malum konuyla ilgili bilgi sahibi 34 katılımcıdan biri) Amiral Kimmel’e Wake ve Midway Adalarına uçak göndermesi için uçak gemilerini büyük bir eskort filosuyla birlikte yola çıkarmasını emretti. “Washington’dan gelen emir üzerine Kimmel en eski gemilerini Pearl Harbor’da bıraktı ve iki uçak gemisi de dâhil olmak üzere yirmi bir modern savaş gemisini Wake ve Midway’e doğru batıya gönderdi... Onların ayrılmasıyla Pearl Harbor’da kalan savaş gemileri çoğunlukla Birinci Dünya Savaşı’nın 27 yıllık birer kalıntısıydı. Yani Pearl Harbor’da mürettebatıyla birlikte batırılan savaş gemileri yem olarak kullanılmıştır. [ss. 152-154] 22 Kasım 1941’de, Japon filosunun toplanmaya başlamasından bir hafta sonra ve Oahu’ya doğru yola çıkmasından dört gün önce, Amiral Royal Eason Ingersoll “Denizde Boş Alan” (Vacant Sea) emrini yayınlayarak filonun yolunu tüm gemilerden temizledi ve 25 Kasım’da Kimmel’e hava saldırısının düzenleneceği bölgede devriye gezen gemilerini geri çekmesini emretti. [ss. 144-145] FDR komplonun nihai gelişimini yakından takip ederken, telsiz dinleme cihazları da Hawaii’ye doğru olan yolculuğu takip etmeye ve kaydetmeye devam etti. [ss. 161-176] Stinnett şöyle diyor: “Pearl Harbor’ın Savaş Gemisi Kuyruğu ve harap durumdaki eski savaş gemileri iştah kabartan bir hedef teşkil ediyordu. Ancak bu, Japon İmparatorluğu için büyük bir stratejik hataydı. Japonya’nın 360 savaş uçağı Pearl Harbor’ın devasa petrol depolarını hedef alması ... ve Donanmanın kuru doklarının, makine atölyelerinin ve onarım tesislerinin endüstriyel kapasitesini yok etmesi en doğru strateji olurdu.” [s. 249] Altı ay sonra, Mercan Denizi (4-8 Mayıs 1942) ve Midway (4-7 Haziran 1942) savaşlarında, Pearl Harbor saldırısı gerçekleştiğinde çoktan açık denizde olan Pasifik Filosu’nun savaş gemileri, Japon Donanması’nın Doğu Pasifik’teki saldırı kapasitesini kalıcı olarak yok etmiş ve Batı Pasifik’teki savunma kapasitesini kalıcı olarak etkisiz hâle getirmiştir. Bundan sonra, konuyla ilgili gözlemcilerin de anladığı üzere, Japonya’nın Amerika’nın batı kıyısına saldırması ya da işgal etmesi lojistik açıdan tamamen imkânsız hâle gelmiştir. Buna rağmen, iki ay sonra, Ağustos 1942’de ABD’nin Batı Yakası’nda ikamet eden Japon vatandaşlarının tutuklanmasına başlandı. Pearl Harbor’ın örtbas edilmesi, olaydan hemen sonra Amiral Kimmel ve General Short’un askerî mahkemece yargılanmasıyla başlamış, savaş sırasında ve sonrasında sekiz Kongre soruşturmasıyla, belgelerin tasfiyesi ve saklanmasıyla, katılımcıların ve diğerlerinin yalan ifadeleriyle devam etmiş [ss. 253-260 & birçok yerde; 309-310] ve soruşturmalar 1995 yılında bile Strom Thurmond başkanlığında yapılan Kongre oturumlarında sürmüştür. [ss. 257-258] Yayımlandığı tarih olan 2000’de çok sayıda belge hâlâ Stinnett’ten saklanmakta ya da büyük ölçüde sansürlenmiş olarak yayımlanmaktaydı. Ancak adil düşünen her okuyucunun görebileceği gibi, sunduğu kanıtlar temelinde iddialarını kesin olarak kanıtlamıştır. Bunu yalanlamanın ya da çürütmenin tek yolu, belgesel kanıtlarının sahte olduğunu ortaya koymak ve bunu kanıtlamak olacaktır. Fakat bu kanıtların karakteri karşısında bu fikir saçmadır. Stinnett’in araştırması için temel dönüm noktası, savaştan sonra Belmont (Kaliforniya) Ulusal Arşivi’ne yönlendirilen Pearl Harbor telsiz dinleme istasyonundan Japon donanmasının şifreli yayınlarına dair kayıtların kopyalarını bulması ve Washington, D.C. arşiv dosyalarındaki kopyaların kaybolmasından çok sonra bile bunların hâlâ orada bulunmasıdır. Stinnett’in kanıtlarını çürütme iddiasındaki son yazarlar, Japon donanma kodlarının çözülemediği ve Japon filosunun telsiz sessizliğini koruduğu iddialarını yeniden gündeme getirmişlerdir ki bu iddialar onlarca yıldır defalarca çürütülmüştür. Amerikan gemisi Mariposa’nın telsiz operatörü, Hawaii’ye doğru yol alan Japon filosundan gelen sinyalleri tekrar tekrar yakalamış ve ilerleme yönlerini Donanma’ya iletmiştir. Bu durum savaş sırasında Pasifik deniz ticaretinde çalışan Amerikalı denizciler tarafından da çok iyi biliniyordu ve yayınlanmış kayıtlarda da belirtilmişti. Japon donanma ve diplomatik şifrelerinin çözülemediği iddiası ilk kez 1943 yılında Chicago’daki bir federal mahkemede çürütülmüştür. Biyografi yazarı Ralph G. Martin’in anlattığına göre, 7 Aralık 1941’de Washington Times-Herald gazetesinin genel yayın yönetmeni olan Cissy Patterson (bu tarihten önceki yıllar ve sonraki on yıllar boyunca), aralarında New York News gazetesinin yayıncısı olan kardeşi Joe Patterson ve Chicago Tribune gazetesinin yayıncısı olan kuzeni Robert McCormick’in de bulunduğu Amerikalı meslektaşlarının %80’inden fazlası gibi Amerika’nın yeni bir dünya savaşına girmesine karşıydı. Fransa’da muharip üstsubay olarak görev yapan Robert McCormick savaşta yaralanmış, iki kez gaza maruz kalmış ve cesaretinden dolayı madalya almış eski bir askerdir. Chicago Tribune gazetesi, kuzenlerinin gazeteleri ve özellikle doğu kıyısındaki diğer birçok gazete gibi, Pearl Harbor’a kadar yüksek sesle savaş ve müdahalecilik karşıtıydı. Martin, Cissy (New York, Simon & Schuster, 1979) adlı kitabında şöyle yazıyor: “[Pearl Harbor’daki] felaket haberleri [Times-Herald’ın haber merkezine] gelmeye devam ederken, Cissy editörü Roberts’a Roosevelt hakkında acı bir şekilde ‘Bunu onun organize etmiş olabileceğini mi düşünüyorsun?’ diye sordu. Daha sonra Amerikalı kriptografların Pearl Harbor’dan önce Japon şifrelerini kırdığını öğrendiğinde, Roosevelt’in Japonların saldırmaya niyetli olduğunu önceden bildiğine ikna oldu.” [s. 418] “Chicago Tribune, Times-Herald ve iki düzine başka gazete daha sonra Tribune’ün savaş muhabirinin ABD’nin Japon şifreleri kırıldığı için [Midway’de] galip geldiğini belirten bir makalesini yayınladı ... Adalet Bakanlığı Tribune ve Times-Herald’ın ABD’nin askerî sırlarını ifşa ettiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmaya karar verdi ... Başsavcı Francis Biddle, Japonlara şifrelerini değiştirme şansı verdiği için bu sırrın ifşa edilmesinin vatana ihanetle eşdeğer olduğunu düşünüyordu. Frank Campbell Waldrop [Times-Herald editörü] büyük jüri önünde ifade vermek üzere Chicago’ya çağrıldı... İfadenin ortasında Donanma, Tribune makalesinin bir Donanma sansüründen geçtiğini açıkladı. Davayı geri çekmeye zorlanan Biddle, ‘kendini aptal gibi hissettiğini’ söyledi. [ss. 431-432] Kendini aptal gibi hisseden tek kişi o değildi.”
Neo-con savaş çığırtkanlarının nükleer bir soykırım başlatmasını engellemek için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. İkinci Dünya Savaşı’nın “iyi savaş” olduğu yönündeki miti ifşa etmek doğru yönde atılmış bir adımdır.
Önceki yazıyla beraber bütün gerçekliğimi ve inandıklarımı bana gereğinden fazla sorgulattınız