Murray N. Rothbard - 01.01.1974
İlk olarak, Lysander Spooner ve Benjamin R. Tucker’in emsalsiz siyasî düşünürler oldukları ve bunların siyasî felsefe alanında bıraktıkları büyük ölçüde unutulmaya yüz tutmuş mirasın yeniden diriltilmesi ve geliştirilmesine bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğu kanaatimi vurgulayarak söze girmeliyim. 19. yüzyılın ortaları itibariyle, liberteryen bireyci doktrin, en üst düzey düşünürlerinin (Henry David Thoreau, Thomas Hodgskin, erken Johann Gottlieb Fichte, erken Herbert Spencer) her biri değişik yollarla, devletin özgürlük veya erdem ile bağdaşmayacağının farkına varmaya başladıkları noktaya erişmişti. Ancak bunlar kimsesiz bireyin devletin iktidar ağı ve vergi soygunundan çekilme hakkını savunmakla yetinmişlerdi. Bu, henüz tamamlanmamış biçimiyle, savundukları öğreti devlet aygıtına gerçekten bir tehdit teşkil etmiyordu; çünkü devletin egemenliği altında yaşamaktan çekilmek için toplumsal yaşamın sayısız nimetinden vazgeçmeyi çok az birey göze alabilirdi.
Serbest ve gönüllü mübadeleler ve karşılıklı ilişkilere dayalı bir toplumda bütün bireylerin, kendilerinin muazzam yararına olacak biçimde, devleti terk edip aralarında işbirliği yapmanın yolunun taslağını çıkarmak Spooner ve Tucker’a kalmıştı. Bunu yapmak suretiyle, Spooner ve Tucker liberteryen bireyciliği mevcut kötülüklere karşı bir protesto olmanın ötesine taşıyıp, kendisine doğru ilerleyebileceğimiz ideal bir topluma giden yola işaret eder konuma yükseltmişlerdi. Bunun da ötesinde, gayet isabetle hâlihazırda kısmen mevcut olup geniş ekonomik ve sosyal faydalar sağlayan serbest piyasada o ideali teşhis etmişlerdi. Böylece Spooner, Tucker ve öncüsü oldukları hareket, kendisine doğru ilerlenmesi gereken bir hedef göstermekle kalmamış, aynı zamanda bu idealin cebre dayalı veya dönüştürülmüş insanlık gibi imkânsız bir vizyondan ziyade, hâlihazırda mevcut kurumlar içinde yerini belirleme noktasında önceki “ütopyacılar”a karşı büyük üstünlük sağlamışlardı. Başardıkları şey gerçekten dikkate değerdi. Bizler henüz onların içgörü seviyesine yükselebilmiş değiliz.
Benim kendi ideolojik gelişmemde de büyük etkisi olan, Spooner’ın No Treason (No. VI) [İhanet Yok - No. VI]’dan çok muhteşem bir pasajı alıntılamadan, Spooner ve Tucker’ın siyasî felsefesine olan övgümü noktalayamam:
Anayasamızın teorisinin şunu öngördüğü doğrudur: Bütün vergiler gönüllü ödenir; devletimiz insanların birbirleriyle gönüllü ilişkiye girdikleri bir karşılıklı sigorta şirketidir... Ancak bizim devletimize ilişkin bu teori, şimdiki pratikten tamamen farklıdır. Şimdiki gerçek şudur: Devlet, aynen bir eşkıya gibi, bir adama der ki: “Ya paran, ya hayatın.” Vergilerin, hepsi değilse bile çoğu, bu tehdidin zorlaması altında ödenmektedir. Devlet, gerçekte, ıssız bir yerde pusuya yatıp adamın yolunu kesmez, yolun kenarından aniden fırlayıp, kafasına tabancayı dayayıp ceplerini boşaltmaz. Ama ne olursa olsun soygun soygundur; bu seferki çok daha namert ve utanç vericidir. Yol soyguncusu kendi eylemine ait tehlike ve suçun sorumluluğunu tamamen kendisi üstlenmektedir. Sizin paranız üzerinde herhangi bir hakkı varmış, veya bu parayı sizin kendi menfaatiniz için kullanmaya niyetli imiş gibi yapmaz. Bir soyguncudan başka bir şeymiş görüntüsü vermez. Yalnızca bir “koruyucu” olduğunu; kendi rızaları olmadan insanların parasını almasının tek nedeninin, kendilerini gayet iyi koruyabileceklerini düşünen, veya kendisinin koruma sisteminden memnun olmayan aklı çelinmiş yolcuları “korumak” olduğunu ileri sürecek kadar yüzsüzleşmemiştir. Bu tür iddialarda bulunamayacak kadar duyarlı bir adamdır. Dahası, paranızı aldıktan sonra, sizi rahat bırakır, siz de zaten bunu istersiniz. Sizin gerçek hükümdarınız olduğunu varsayarak, önerdiği “koruma”yı sağlamak üzere, sizin rızanız hilafına, yol boyunca sizi takip etme ısrarında bulunmaz. Önünde eğilip kendisine hizmet etmenizi emrederek; şunu yapmanızı isteyerek, bunu yapmanızı yasaklayarak; çıkarı veya zevki ne zaman öyle gerektirse daha çok paranızı alarak; otoritesini tartışmaya kalksanız veya taleplerine direnseniz hemen size isyancı, vatan haini, ülkesinin düşmanı damgasını vurup, acımasızca kurşun sıkarak sizi “korumaya” devam etmez. Bu kadar sahtekârlığın, hakaretin ve alçaklığın suçlusu olamayacak kadar centilmen bir insandır. Kısaca, soyguncu, sizi soymasına ilâve olarak bir de kuklası veya kölesi yapmaya gayret etmez. Kendilerine “devlet” diyen o soyguncu ve katillerin yaptığı muameleler, tek başına olan yol soyguncusununkilerin tam zıddıdır.¹
Bu muhteşem pasajı okuduktan sonra, kim, artık bir daha devletin kuklası olabilir ki?
Bundan dolayı, ben, kendimi hararetle “bireyci anarşist” olarak niteleme eğilimindeyim; şu farkla ki Spooner ve Tucker bir anlamda kendi doktrinlerine bu adı vermek için herkesten önce davranmıştır. Benim o doktrinden ayrıldığım belirli noktalar vardır. Siyasî açıdan, bu farklar önemsizdir, bundan dolayı da benim savunduğum sistem onlarınkine çok yakındır. Oysa iktisadî açıdan aradaki farklar muazzamdır; bunun anlamı, aşağı yukarı aynı olan sistemimizin pratiğe dökülmesinin sonuçlarına ilişkin görüşümün onlarınkinden çok farklı olduğudur.
Politik açıdan, Spooner-Tucker bireyci anarşizminden benim ayrıldığım iki nokta vardır. İlk olarak, bireyci anarşist toplumda hukukun ve jüri sisteminin rolü söz konusudur. Spooner-Tucker her bireyin, serbest piyasa mahkemesinin, daha özelde de her bir serbest piyasa jürisinin yargısal kararlarında tamamen kendi başına hareket etmesine izin verilmesinin gereğine inanıyordu. Her jürinin, her bir davayı, deliller ve yasa konusunda tamamen ad hoc [duruma özgü] olarak ele alıp karar vermeye yetkisi olduğu için, jürilerin hiçbir şekilde -ahlâken bile- danışmak durumunda oldukları hiçbir rasyonel veya objektif hukuk külliyatı, hatta hiçbir hukukî içtihat bulunmamaktadır. Takip edilmesi gereken kılavuzlar veya standartlar olmayınca, en iyi niyetli jürilerin bile âdil ve hatta liberteryen kararlara varması beklenemez.
Benim görüşüme göre, hukuk, devlet tarafından üretilme zorunluluğu posta ya da savunma hizmetinden daha fazla olmayan bir değerli maldır. Devlet, aynen hayatın dinî ve iktisadî alanlarından ayrılabildiği gibi, yasa yapma işinden de ayrılabilir. Daha açarsak, liberteryen avukatlar ve jüriler için, şahsın ve mülkün savunulması -dolayısıyla da şahıs ve mülke tecavüzde bulunduğu kanıtlanıp mahkum edilmiş olmayan hiç kimseye karşı cebir kullanılamayacağı- aksiyomuna dayanan rasyonel ve objektif bir liberteryen hukuk ilkeleri ve prosedürleri kodu ortaya koymak, çok zor bir görev olmayacaktır. Daha sonra ise, hepsi de söz konusu koda uyacaklarına yemin etmiş, hizmetlerinin kalitesinin, ürünlerini tüketenleri tatmin etme derecesiyle orantılı olarak piyasada istihdam edilecek özel, rekabetçi, serbest piyasa mahkemeleri ve yargıçları tarafından takip edilip özel durumlara uyarlanabilir. Bugünkü toplumda jüriler, özel vatandaşın devlete karşı savunulması işinin sırdaşı olmak gibi ölçülebilir olmayan bir erdeme sahiptirler. Bunlar devletin mahkemelerinde rahatsız sanığın korunması için kullanılabilecek devlet aygıtı dışından vazgeçilmez çekirdek insan grubudurlar. Ancak liberteryen toplumda, bu özel erdem ortadan kalkacaktır.²
Ne var ki adalet sorunuyla ilgili olarak bir uzlaşma mümkündür: Tucker, ne de olsa, bir yerde der ki, “Anarşizmin tam olarak anlamı, doğal özgürlük yasasının tanınması ve uygulanmasıdır.” işte benim çağrıda bulunduğum şey de tam olarak budur.³
Spooner-Tucker’dan ayrıldığım ikinci nokta, toprak meselesiyle, yani araziler üzerindeki mülkiyet haklarıyla ilgilidir. Ancak bu konuda da Tucker’ın pozisyonu, inanıyorum ki toprak mülkiyeti konusunda -ya bir pozisyon almayan, ya da devletin biri “özel mülk” ilan ettiği için bütün arazi mülkiyetlerinin korunması gerektiğini kaygısızca varsayan- mevcut laissez-faire iktisatçılarınkinden de üstündür, toprak meselesinin varlığını tanıyıp da arazide hiçbir özel mülkiyeti âdil kabul etmeyen Henry Georgistlerin pozisyonundan da. Bireyci anarşistlerin, Joshua K. Ingalls tarafından geliştirilmiş tezleri, toprakta özel mülkiyetin ancak toprağın belirli bir kısmını bizzat kendileri kullananlar için tanınması gerektiğidir. Böylesi bir mülkiyet teorisi, toprağın sahibi olarak sadece toprağı bizzat kullanan kişiyi tanıdığından dolayı, toprak için yapılacak her türden kira ödemelerini otomatik olarak lağvetmektedir.
Her ne kadar bu doktrine hiç katılmasam da kendi adamlarına keyfî biçimde arazi tahsis eden devletin arazi tekeli meselesini gözden geçirmeyi reddeden, bundan dolayı da bugün az gelişmiş ülkelerdeki muhtemelen en önemli sorunun ne olduğunu hiç anlamayan liberteryenler ve laissez-faire ekonomistlerine yararlı bir düzeltici işlevi görmektedir. Sadece “özel mülkiyet hakları”nı savunmak yetmez; elde mülkiyet haklarında adaleti gözetecek yeterli bir teori de olmak zorundadır. Aksi takdirde, bir devletin bir tarihte “özel” damgası vurduğu her mülkün şimdi liberteryenler tarafından savunulması gerekir, mülkün elde edilme yolu ne kadar gayriâdil, sonuçları ne kadar zarar verici olursa olsun.
Kanımca, arazi üzerindeki mülke ait uygun adalet teorisi John Locke’da bulunabilir. Bir şey “en önce kullanım” kriterine göre mülk hâline gelebilir. Bu kural, devletin kullanılmamış ve sahipsiz “kamu alanları”nı, daha kullanılmadan önce, geçerli bir tapusu varmış gibi arazi spekülatörlerine satmasının önüne geçer. Bu noktaya kadar Ingalls ve anarşistlerle beraberim. Ancak bir kullanım ve yerleşimin uygun tapu taşıması şartı gerçekleşince, bana öyle geliyor ki bu meşru sahibin toprağını başkasına satmasına engel olmak Spooner-Tucker’ın “eşit özgürlük yasası”nın tam bir ihlalidir. Kısaca, bir arazi parçası bir kere âdil bir biçimde Bay A’nın mülkiyetine geçtikten sonra, tapusunu Bay B’ye aktaramadıkça ya da satamadıkça o araziye gerçekten sahip olduğu söylenemez. Yine Bay B’yi, sırf kendisi kullanmak yerine gönüllü olarak Bay C’ye kiralamayı tercih ettiği için o mülke sahip olmaktan men etmek, B’nin sözleşme özgürlüğünün ve âdil biçimde kazandığı mülkü üzerindeki sahiplik hakkının bir ihlalidir. Aksine, hiç kimsenin âdil şekilde kazanılmış mülkünü devredemeyeceği veya kiraya veremeyeceği ilkesini haklı çıkaracak hiçbir mantıklı zemin göremiyorum. Tucker’ın serbest piyasa ve özel mülkiyet konusundaki genelde cesur ve akıllıca savunusu, ne yazık ki burada eksik kalmaktadır. Üstelik, arazilerin veya arazi mülkiyetinin optimum kullanımının ve işlenme imkânlarının daraltılması ve arazinin böyle keyfî bir şekilde yanlış tahsisatı bütün topluma da zarar verecektir.
Fakat benim Spooner-Tucker doktriniyle olan temel ihtilafım siyasî değil, iktisadîdir; ideal sistemimizin şekliyle değil, bu tür bir sistemin benimsenmesinin doğuracağı sonuçlarla ilgilidir. Bu bağlamda, tartışma manevi veya etik değil, bilimseldir. Çoğu iktisatçının, bilimlerinin etik ve siyasî karar alma süreçlerinde her zaman her sorunu çözen en basit, geçerli ve güvenilir yöntem olduğunu düşündüklerini gururla kabul eden ilk kişi benim; ancak iktisadî meselelerin tartışıldığı durumlarda, iktisat biliminin bulgularını dikkate almak da bizim sorumluluğumuzdur.
Esasen, kolektivist anarşistlerin ve çeşitli türlerde çok sayıda öteki radikallerin aksine, Spooner ve Tucker, iktisadı fazlasıyla rasyonel bularak küçümsemek yerine, onu kullanmaya çalışmışlardır. Yanılgılarının bazıları (örneğin, “maliyet yasası” ve emek değer teorisi) klasik iktisadın çoğu yerine gömülüdür. Rant, faiz ve kârın sömürü yoluyla işçinin elinden alındığına kendilerini ikna eden şey, emek değer teorisini benimsemiş olmalarıdır. Ancak Marksistlerin aksine, Spooner ve Tucker, serbest piyasanın birçok erdemini anlamış olarak, serbest piyasa gibi değerli bir yapıyı lağvetmek istememişlerdir. Onun yerine, tam özgürlüğün, iktisadî yasaların işleyişi sonunda, söz konusu üç gelir kategorisinin barışçıl yollardan ortadan kalkmasına yol açacağına inanmışlardır. Spooner ve Tucker bu barışçıl ortadan kaldırma mekanizmasını -burada ne yazık ki klasik iktisadın öğretilerini bir kenara bırakıp, kendi safsatalarını ikame ettiler- paranın alanında görmüşlerdir.
Spooner teorisinin (ve iktisatçılarca pek de kibar olmayan biçimde “para düşkünü” olarak nitelendirilmiş bütün okulların yazarlarına ait teorilerin) iki temel yanılgısı, paranın doğası ile faizin doğasını anlama konusundaki yetersizliğidir.⁴ Para düşkünlüğü şunları varsayar: 1) Piyasada daima daha fazla, her zamankinden fazla paraya ihtiyaç vardır; 2) Faiz oranı ne kadar düşük olursa o kadar iyidir; 3) Faiz oranı paranın miktarı tarafından belirlenir, ikisi arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Bu tamamıyla temelsiz varsayımlar kümesi veri alındığında, ortaya şöyle bir reçete çıkmaktadır: Para miktarını artırmaya, faiz oranını (veya kârı) düşürmeye devam.
Bu noktada para düşkünlüğü iki okula ayrılır: 1) “Ortodoks” olarak nitelendirebileceğimiz, devletin yeterince kâğıt para basarak bu işi hâlletmesini isteyenler (örneğin, Ezra Pound, Sosyal Kredi Hareketi); 2) Özel kişiler veya bankaların bu işi hâlletmesini isteyen, anarşist veya Mutualistler (örneğin, Pierre-Joseph Proudhon, Lysander Spooner, William B. Greene, Henry Meulen). Esasen, bu dar sınırlar içinde, devletçiler anarşistlerden çok daha iyi iktisatçılardır; çünkü enflasyonu büyük ölçüde tırmandırmak ve geçici olarak faiz oranını düşürmekle devlet büyük tahribata uğrardı. Oysa anarşist toplum, anarşist fikirlerin aksine, bugün sahip olduğumuzdan çok daha “sağlam” paraya kapı aralardı.
İlk safsatada, şu sonuca varmak lazımdır ki para düşkünleri basitçe, klasikler öncesinde ve şimdiki Keynesyen yazarlarca yaygın kabul gören bir yanlış düşünceyi mantıksal sonuçlarına doğru itmektedirler. Hayati önem taşıyan nokta, para arzında bir artışın topluma hiçbir fayda getirmemesidir. Aksine bu, toplumun büyük bölümünün devlet, devletin manipüle ettiği bankalar ve yandaşları tarafından sömürülmesinin bir aracıdır. Bunun nedeni şudur: Patateslerin ve çeliğin artması daha fazla malın tüketilebileceği ve daha çok insanın istifade edebileceği anlamına gelirken, bunun aksine, paranın, bütün sosyal hizmetini, piyasadaki miktarından bağımsız olarak yapmasıdır. Daha fazla para sadece, her bir doların alım gücünü, mübadele değerini seyreltecektir; daha az para ise her bir doların değerine değer ilâve edecektir.
Tüm zamanların en büyük iktisatçılarından biri olan David Hume, “bir sabah uyanınca herkesin cebindeki para mucizevi bir şekilde ikiye, üçe veya her kaçaysa, katlanıverse durum ne olurdu” sorusunu sormak suretiyle bu meselenin merkezine seyahat etmiştir. Şurası açık olmalıdır ki yeni dolarlar malların ve hizmetlerin fiyatlarını ikiye üçe katlanıncaya kadar yukarı çektikçe, herkesin subjektif zenginlik hissi hızla söner; toplum daha önce olduğundan daha zengin olmaz. Kişinin parasal varlıkları aniden yarıya düşse de aynı şey geçerli olurdu. Veya, aniden “sent”in adını değiştirip “dolar” yapmış, bütün paraları ona göre oransal olarak artırmış olduğumuzu varsayalım. Şimdi herkes yüz kat daha zengin olur muydu? Hayır. Esasen enflasyonun asırlardır süregelen popülaritesi, herkesin cebindeki para miktarının aynı anda ikiye veya dörde katlanmaması gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Söz konusu popülaritenin kaynağı, para arzının şişirilmesinin her defasında bir adım şeklinde gerçekleşmesi ve yeni parayı ilk ele geçiren öncü nemalanıcıların, kuyruğun sonunda yer alan talihsizler pahasına kazanmaları olgusudur.
Birkaç yıl önce, gerek bütün bir enflasyonist süreç ve gerekse onu haklılaştırmak için kullanılagelmiş olan soygun ve sömürünün üst düzey mantığa büründürme gayretlerine bodoslama dalan şöyle harika bir New Yorker karikatürü vardı: Bir grup kalpazan, mutlu bir şekilde bastıkları paraları seyrederken, içlerinden biri diyor ki “Bu civardaki perakende satışlar, ihtiyaç duyduğu aşıyı kolundan almak üzere.” Evet, yeni piyasaya sürülen paraları (ister legal ister illegal yollardan basılmış olsun) ilk ele geçirenler ilk kazançlı çıkanlardır (yani, parayı basanlar ve parayı ilk harcadıkları kişiler, veya, bankaların durumunda, parayı borç verdikleri kişiler). Ancak onlar bunu, parayı en son elde edenler pahasına, ve de yeni piyasaya giren para kendilerine gelmeden önce satın alacakları şeylerin fiyatlarının arttığına şahit olanlar pahasına yaparlar. Piyasaya yeni para sürülmesinin bir “çarpan” etkisi vardır, ancak bu bazılarına kazandırırken bazılarını sömüren bir etkidir; sömürü olduğu için de serbest piyasadaki gerçek üretim üzerinde bir yük ve ayak bağıdır.
Faiz oranına gelince, mesele sadece paranın fiyatı değildir, bundan dolayı da, paranın miktarıyla ters orantılı değildir. David Hume’a göre, mesela, para miktarında dört katlık bir artış çeşitli fiyatlarda, varlıklarda vb. dört katlık bir artışa neden olacaktır, ancak bu artışın faiz oranını etkilemesi için bir sebep yoktur. Şayet 1.000 Dolar daha önce yılda 50 Dolar faiz getirirken, şimdi 4.000 Dolar bir yılda 200 Dolar getirecektir; faiz miktarı da aynen öteki her şey gibi, dört katına yükselecektir, ama oranın değişmesi için bir sebep yoktur. Lysander Spooner, şayet para arzı yeterince artırılırsa (tam bir serbest piyasada öyle olması gerekirdi), faiz oranının sıfıra düşebileceğine inanıyordu; oysa, oranın değişmesi için hiçbir neden yoktur.
Enflasyon sürecinde, reel dünyada yapıldığı üzere, genel olarak yeni para ilk olarak kredi piyasasına girer. Bu olurken, faiz oranı kredi piyasasında düşer; ancak bu düşüş tamamen geçicidir, piyasa çok geçmeden oranı düzeltip uygun seviyesine getirir. Esasen, enflasyonun sonraki aşamalarında, faiz oranı keskin bir şekilde yükselir. Enflasyonun faiz oranını yıpratması ve sonrasında serbest piyasanın bunu tamir etmesi şeklindeki bu süreç, aslında, banka kredisi enflasyonunun yükselmesinden bu yana kapitalizmin başına bela olan o tanıdık “iş çevrimi” [business cycle; konjonktür dalgası] olgusunun gerçek anlamıdır.⁵
Faiz oranına gelince, bu oran, paranın miktarının bir fonksiyonu değildir. “Zaman tercihi”nin bir fonksiyonudur, insanların şimdiki tatminlerini gelecekteki aynı tatminlere hangi oranda tercih ettiklerine bağlıdır. Kısaca söylersek, her insan, şimdi sahip olacağı 100 doları on yıl sonra sahip olacağı 100 dolara tercih eder (paranın bu arada değerindeki muhtemel değişmeleri veya parayı o gün elde edememe riskini bir kenara bırakalım), çünkü parayı hemen harcayabilmekle, veya sadece elinde tutmakla durumu daha iyi [daha hâli vakti yerinde] olur.
Şurası açık olmalıdır ki bu zaman tercihi olgusu insan doğası ve beşeri psikolojinin derinlerine kök salmış olan bir şeydir; en azından sadece parasal bir olgu değildir, takas dünyasında da aynen geçerlidir. Dahası serbest piyasada faiz sadece bir borç verme olayı değildir, (“uzun dönem” kârı hâlinde) kimsenin borç alıp vermediği ama herkesin kendi parasını yatırıma yönlendirdiği bir dünyada da aynen söz konusu olabilir. Kısaca, kapitalistler işçilere ve toprak sahiplerine 100 dolar ödeyebilir, gelecek yıl da ürünü satıp, diyelim ki 110 dolar alabilirler, sömürü yüzünden değil, bütün tarafların bu yıl elde edilecek herhangi bir miktar parayı gelecek yılkine tercih etmesi sebebiyle. Bundan dolayı, ücretler ve kiraları peşinen ödeyip satışı bekleyecek olan kapitalistler, bunu ancak bir “faiz” (kâr) getirisi ile telafi edebileceklerse yapacaklardır. Bu arada, aynı nedenle, işçiler ile toprak sahipleri de ürünleri tüketiciye satılıncaya kadar beklemek zorunda kalmak yerine, paralarını hemen alabilmek için ürünün değeri üzerinden %10’luk bir indirim yapmayı kabule razı olmaktadırlar.
Radikaller şunu unutmamalıdırlar ki eğer isterlerse, bütün işçilerin ücret karşılığı çalışmayı reddedip, bunun yerine kendi üretici kooperatiflerini kurup kendilerine yapılacak ödeme için ürünler tüketicilere satılıncaya kadar yıllarca beklemeleri mümkündür. Böyle yapmıyor olmaları gerçeği, sermaye yatırımının muazzam avantajını, ücret ödeme sisteminin işçilere ürettikleri ürünün satışını beklemeden çok daha önce para kazanma şansı veren bir araç olduğunu gösterir. İşçilerin sömürülmesiyle bir alâkası olmayan sermaye yatırımı ve faiz-kâr sistemi, işçiler için de toplum için de muazzam bir nimettir.
O hâlde serbest piyasada faiz oranı veya kâr oranı denen şey, insanların zaman tercihlerinin bir yansımasıdır, o da bir sonraki adımda insanların varlıklarını gönüllü olarak tasarruf ile yatırım arasında dağıtma derecesini belirlemektedir. Serbest piyasada düşük bir faiz oranı iyi bir işarettir çünkü düşük bir zaman tercihi oranını, dolayısıyla da artan tasarrufları ve sermaye yatırımını yansıtır. Ancak, faiz oranını bu tür gönüllü tasarruf oranını yansıtacak olandan daha düşük olmaya zorlayacak herhangi bir girişim hesapsız hasara yol açar ve iş çevriminde bunalımlara (resesyonlara) sebebiyet verir. Faiz oranını düşürmeye çalışarak iyi sonuçlar beklemek tıpkı, termometreyi zorlayarak bir odadaki ısıyı yükseltmeye benzer.
Son olarak, Spooner-Tucker sisteminin yürürlüğe konmasının gerçek ekonomik sonuçlarını göstermek önem taşımaktadır. Devletin sürekli enflasyon için gereken koşulları ve zorlamaları yaratması olmadan, serbest piyasada enflasyon ve kredi genişlemesine yönelik girişimler başarılı olamaz. Diyelim ki mesela, “iki Rothbard,” “on Rothbard,” vb. gibi kâğıt biletler basmaya karar verdim, sonra da bu biletleri para olarak kullanmayı denedim. Liberteryen toplumda gayet rahatlıkla bunu yapma hakkım ve özgürlüğüm var. Ama sorun şu: Bu biletleri “para” olarak kim almak ister? Para genel kabule bağlıdır; bir mübadele aracının genel kabulü de, ancak altın ve gümüş gibi metalar ile başlayabilir. “Dolar” veya “frank” ve diğer para birimleri kendi başlarına birer isim olarak değil, serbest piyasada belirli bir miktar altın ve gümüş ağırlık birimlerinin ismi olarak ortaya çıkmışlardır.
Eğer serbest piyasaya bir fırsat verilecek olsa, olacak olan tam da budur. Genelde altın ve gümüş para olarak kullanılır, yeni para birimleri yaratmaya yönelik düşüncesizce girişimlere itibar eden olmazdı. Sahtekârlık yaparak “dolar” denen, bundan dolayı da altın ve gümüşe eşit olduğunu ve bu kıymetli madenlerce desteklendiğini ima eden kâğıt etiketler basan herhangi bir banka, belki azıcık fazla yaşayabilirdi. Fakat bunlar bile, devlet ve onun yasal ödeme aracı yasaları, merkez bankaları ve “mevduat sigortası” gibi destekleyici araçları olmadan, “banka iflasları” sonucu ortadan kalkar veya iyice dar sınırlara çekilirdi. Çünkü şayet bir banka yeni kâğıt etiketler basıp müşterilerine ödünç vermiş olsa, bunlar bankanın müşterisi olmayanlardan mal ve hizmet satın almayı dener denemez, geri çevrilirlerdi, zira müşteri olmayanların A Bankası’nın kâğıtlarını veya mevduatını para olarak kabul etme olasılığı, herhangi bir vatandaşın benim “on Rothbard” yazılı kağıtlarımı kabul etme olasılığından daha yüksek olmazdı.⁶
Dolayısıyla, Spooner ve Tucker tarafından öngörülen bir serbest bankacılık sistemi, para arzında sonsuz bir artışa ve faiz oranının sıfırlanmasına yol açmayı bırakın, çok daha “sıkı” ve daha kısıtlı para arzına geçit verirdi. Üstelik devletin manipüle ettiği kredi genişlemesi olmayacağı için de faiz oranı daha yüksek olurdu. 19. yüzyıl Fransız iktisatçısı Henri Cernuschi, bir keresinde bunu çok iyi dile getirmiştir:
İnanıyorum ki serbest bankacılık denen şey Fransa’da banknotların (ve de banka mevduatının) tam bir baskı altına alınmasıyla sonuçlanırdı. Herkese banknot çıkarma yetkisi vermek istiyorum ki kimse kimseden bir daha banknot kabul etmek durumunda kalmasın.⁷
Liberteryen ve yarı-liberteryen grupların oldukça talihsiz bir özelliğinin, zaman ve enerjilerinin çoğunu en safsatacı ve gayriliberteryen noktaların vurgulanmasına harcamaları olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, çoğu Georgistler sadece toprak konusundaki Georgist görüşlerini terk edebilse, gayet iyi liberteryen olurlardı. Ama gelin görün ki toprak sorunu onların açık ara en üzerinde yoğunlaştıkları konudur. Benzer şekilde, Spooner ve Tucker’ın coşkulu bir hayranı olarak çok üzücü bulduğum bir şey, bunların takipçilerinin, tamamen safsatadan ibaret olan parasal görüşlerini, öteki her konuyu bir kenara bırakıp bu görüşleri bütün iktisadî ve toplumsal hastalıkların çaresi olarak görecek kadar vurgulamaları ve sadece bu konu üzerinde yoğunlaşmalarıdır.
”Avusturya İktisat Ekolü” olarak bilinen düşünce okulu serbest piyasanın nasıl işlediğinin (ve o piyasaya devletin müdahalesinin sonuçlarının) bilimsel bir izahı olup, bireyci anarşistler bunu kendi siyasî ve toplumsal dünya görüşleri içine rahatlıkla dâhil edebilirler. Ama bunu yapmak için, para düşkünlüğü konusundaki gereksiz kamburu sırtlarından atıp faiz, kâr ve rant gibi iktisadî kategorilerin doğası ve gerekçesini yeniden gözden geçirmelidirler.
Amerika Birleşik Devletleri’nde anarşizmin heyheyli günlerinde en azından iki defa, bireyci anarşistler iktisadî yanılgılarından dolayı eleştiriye tâbi tutuldular. Ama, ne yazık ki Tucker’ın cevaplarının zayıflığına rağmen, bundan ders alınmadı. Tucker’ın Radical Review dergisinin Ağustos 1877 sayısında Spooner “The Law of Prices: A Demonstration of the Necessity for an Indefinite Increase of Money” [Fiyatlar Yasası: Hesapsız Para Artışının Gereğinin İspatı] adlı makalesini yazmıştı. Kasım 1877 sayısında, iktisatçı Edward Stanwood buna, “Mr. Spooner’s Island Community” [Bay Spooner’ın Ada Topluluğu] adlı mükemmel bir eleştiriyle cevap verdi. Ayrıca, Tucker’ın Instead of a Book adlı eserinde, yarı-anarşist Auberon Herbert’ın İngiliz takipçisi J. Greevz Fisher’ın Tucker’ın parasal öğretilerini sağlam iktisat açısından eleştirdiği bir dizi atışma vardır.
Dipnotlar:
1. Lysander Spooner, No Treason: The Constitution of No Authority, No. VI (Boston, 1870), pp. 12-13.
2. Pavia Üniversitesi’nden Profesör Bruno Leoni, anarşist biri olmasa da geçenlerde kamu yasama organlarının keyfî ve değişken kararnamelerine kıyasla özel ve rekabetçi yargıçların yasal düzenleme yapmalarının üstünlüğüne dair kamçılayıcı bir savunma yazmıştır. Ne var ki kendisi de standardı sağlamak üzere rasyonel ve liberteryen bir hukuk kodunun gerekliliğini fark edememektedir. Bkz. Bruno Leoni, Freedom and the Law (Princeton, N.J.: D. Van Nostrand, 1961) ve Murray N. Rothbard, “On Freedom and the Law,” New Individualist Review (Kış, 1962), ss. 37-40.
3. Benjamin R. Tucker, Instead of a Book (New York, 1893), s. 37.
4. Basitlik olsun diye, burada biz de klasik iktisatçıların pratiğini izleyerek “faiz” ile “kârlar”ı aynı öbekte toplayacağız. Esasen piyasada kâr oranı uzun dönemde faiz oranına eşitlenme eğilimindedir. Spooner’ın dediği olsa ve faiz oranı (ve uzun dönem kârı) sıfıra düşse bile, kısa dönemde piyasada yine de kâr (ve zarar) olmaya devam ederdi. Faiz ile kâr arasındaki farkın gerçek niteliği Frank H. Knight’ın, Risk, Uncertainty, and Profit [Risk, Belirsizlik ve Kâr] (Boston, Mass.: Houghton Mifflin, 1921) adlı eseri yayınlanıncaya kadar keşfedilememiştir.
5. 1929 Büyük Depresyonu’nun sorumlusu olarak bütün dünyada serbest piyasa kapitalizmi suçlanmıştır. Söz konusu depresyonun yukarıda sözü edilen banka kredilerinde genişleme teorisine dayanarak izahı konusunda bkz. Murray N. Rothbard, America’s Great Depression (Auburn, Ala.: Mises Institute, 2000).
6. Serbest piyasada ve devlet müdahalesi altında para ve bankacılık prensiplerinin daha detaylı bir betimlemesi için, bkz. Murray N. Rothbard, What Has Government Done to Our Money? (Auburn, Ala.: Mises Institute, 1990).
7. Henri Cernuschi, Conte Le Billet de Banque (Paris, 1866), s. 55. Zikreden Ludwig von Mises, Human Action (Auburn, Ala.: Mises Institute, 1998), s. 443.
Comments